UZGÖRECİN DİLİ: TÜRKGİLİZCE

Bir ulusun dilinin en doğru biçimde konuşulduğu yer neresidir? Bu sorunun yanıtı çeşitli olabilir. Kimi annelerin dilini örnek verir, kimi çarşı-pazarda kullanılan dil der, kimi klasik yazarların yapıtlarında en doğru dilin bulunabileceğini ileri sürer. Başka yanıtlar da bulunabilir. En iyi, en doğru İngilizcenin BBC uzduyaç ve özgörecinin (*) yayınlarında ve Londra sahnelerinde duyulabilecği konusunda yaygın bir inanç vardır. Bunun ne denli doğru olduğunu bilmiyorum, ama çok usa uygun bir yargıdır bu. Uzduyaç da, uzgöreç de, tiyatro da, konuşmaya dayanan iletişim araçları olduğuna göre, bunalrın ana dilin en güzel, en doğru biçimde kullanıldığı yerler olmasından daha doğal ne olabilir? Konu üzerinde şöyle bir düşünürsek, İngilizce için doğru olan bu yargının, öteki kültür dilleri için de doğru olması gerektiği sonucuna varırız. Günümüzde çocuklarımız artık dillerinin bir çok “inceliklerieni” analarından değil, özellikle uzgöreçten duyarak öğrenmekte, bilgiçlikleriyle biz büyükleri şaşırtmaktadırlar.

Ama çocuklarımız uçgöreçten acaba en güzel, en doğru Türkçeyi mi duymaktadırlar? Bu sorurunun yanıtı ne yazık ki olumsuzdur. Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nun 25 yaşına basmış olmasına karşın hâlâ bir yayın ve dil geleneğini kuramamış ollması, özellikle dil konusunda hiç bir zaman yeterli duyarlığı göstermemesi, üstelik siyasal iktidarın ve Osmanlıcacıların dümensuyunda giderek birtakım genelgelerle yalın Türkçeye karşı savaşlar açması, sorunu dah ada ağırlaştırmaktadır. Ne yazık ki, TRT’nin geliştirdiği, yanlış Türkçe kullanımlar şu son bir-iki ylıldır, sihirli bir değnek dokunmuşcasına bir anda yayılıvermiştir; bu “garip” Türkçeyi uzgöreçten, uzyaçtan değil, çevremizdeki insanlardna, yakınlarımızın ağzından duymamız olağan duruma gelmiştir. Örneğin, yıllar önce bir hazır kapı fabrikasının duyurusunda (reklamında) geçen “tepemin tası atıyor” sözcükleri birdenbire, sanki eskiden beri kullanılan bir deyimmiş gibi yaygınlaşıvermiştir. Bir gazetenin verdiği armağanları duyuran bir duyuruda geçen “köşeyi dönmek” sözcükleri, toplumun gereksemelerine de uygun zamanda kullanıldığı için yaygınlaşmış, deyim sözcüklerine de girmeye başlamıştır. “Köşeyi dönmek” belki Türk toplumunun 1980’den sonra itildiği “gemisini kurtaran kaptan” felsefesini yansıttığı için deyim olarak kullanılabilir, ama “tepe tası atmak” Türkçe değildir; Türkçede “tepenin tası” olmaz, “kafatası” olur. Bu deyimin doğrusu “tepesi atmak”tır.

Bu yazımda, bir sinemasever ve bir dilsever olarak sürekli izlediğim “TV’de Sinema” izlencelerinde gösterilen filmlerin seslendirilmesinde kullanılan Türkçede yapılan ve dilsever aydınların “tepesini attıran”, “tüylerini diken diken eden” yanlışları sergileyeceğim. Önce şunu söyleyeyim; bir seslendirme sanatçısıyla yapılan bir uzduyaç söyleşisinde, sanatçı, seslendirmede filmin görüntüsündeki kişinin dudak devinimlerine uygun Türkçe sözcükler seçildiğini, eldeki konuşma metinlerinin görüntüyle eşleştirilmesinde (senkronunda) zorluk çıkmaması için özgün metindeki hece sayısıyla özdeş sayıda hece içeren Türkçe sözcükler kullanma zorunda olduklarını söylemişti. Şunu peşin olarak kabul etmek gerekir ki, TRT yaymaçlarından yayılan İngilizce edalı Türkçenin, hiç bir uygulayım (teknik) sorunuyla savunulması sözkonusu olamaz. Varsın, Türkçe cümledeki hece sayısı, özgün dildeki hece sayısından bir kaç hece artık (fazla) olsun, ne çıkar!

Sözkonusu edeceğim yanlışlar son bir yıldır izlediğim filmlerin çevirisinde sürekli olarak yapılan yanlışlardır; sakıncalı oluşları da, ilk duyulduğunda yadırganmalarına karşın, sürekli yinelenmeleri nedeniyle giderek doğal, dilde eskiden beri varolan kullanımlar oldukları izlenimini vermeleridir.

  1. İngilizce “home” sözcüğünün sözlüklerdeki anlamlarından ikisi karıştırılmaktadır. Bu sözcük “yuva, ev” anlamına geldiği gibi, “yurt” anlamına da geliyor. “To be tired of” deyiminin anlamı ise “bıkmak, usanmak”tır, ama TRT çevirmenleri, “home” sözcüğüğünü her gördükleri yerde ilk anlamını düşünerek, “ev” diye; İngilizce deyimi ise “bıktım” olarak değil, “tire” (yorulmak) sözcüğünün çağırışımıyla “yoruldum” olarak çevirmektedirler. Bir İngiliz dizi filminde, kahraman, İngiliz sömürgelerinde yıllardan beri çalışmıştır. Arkadaşına “Emekli olduğum zaman eve yerleşeceğim, buralardan yoruldum” demektedir. Gerçekeyse, “emekli olduğu zaman anayurda (İngiltere’ye) yerleşmeyi” düşünmektedir ve “buralardan bıkmıştır”. Yıllardanberi “home” sözcüğünün çevirisinde yapılan bu yanlış, spor yazarlarının kalemine iyice yerleşmiş görünmektedir; bu spor yazarları için kulübün bulunduğu kent, “kulübün evi”dir, hele bir de yenilmişse, o takım için 72 puntodan atılan manşet, “evinde mağlup oldu”dan başka bir cümle olamaz!
  2. Filmlerde dua sahneleri sık sık gösterilir. Kilisede ya da bir gömme töreninde papazın (seslendirme olarak) Türkçe yaptığı duadan sonra, nedense duayı dinleyenler “amen” demektedirler. Dua Türkçe yapıldığına göre, Türkçe olarak “amin” denmesi gerekmez mi? Her hâlde, çevirmen ya da seslendirme yönetmeni, Hıristiyanlar “amen”, Müslümanlar ise “amin” der diye düşünüyor. Bu mantığı da ben anlamıyorum!
  3. İngilizce’de “I’m afraid” kalıbı “maalesef, ne yazık ki” anlamına gelir. Filmlerde, çevirmen nerede bu sözcükleri görürse “afraid” sözcüğünün ilk çağırıştırdığı anlama dayanarak “korkarım” sözcüğünü kullanmaktadır. Diyelim ki, filmde bir erkek, bir kadını yemeye çağırıyor. Kadının yanıtı “Korkarım gelemeyeceğim,” diye çeviriliyor. İnsan bir yere gidemeyeceğinden korkar mı? Gerçekte yanıtın “ne yazık ki gelemeyeceğim” diye çevrilmesi gerek: Çünkü kadının bakmak zorunda olduğu bir sayrısı vardır; belki de yorgundur, erken yatacaktır. Bu İngilizce kalıp cümle, kimileyin de “galiba” anlamında çevrilmelidir. Örneğin, iki polis, sanığı almak üzere evine gelmişlerdir. Kapıyı çalarlar, ses çıkmaz. Polislerden biri, arkadaşına, “Korkarım evde yok,” der. Adamın evde olmadığınadan polis neden korksun ki? Cümle “Galiba evde yok…” diye çevrildiği zaman anlamını bulmaktadır. Bu kullanım da çok yaygınlaşmıştır. Artık, ödevini evde unutan öğrencinin, öğretmenine “Korkarım ödevimi evde unuttum!” demesine, Türk dili ve yazını öğretmenleri bile ne yazık ki şaşmaz oldular!
  4. Yine İngilizcede “I hope” cümlesi, “umarım” anlamına geldiği gibi, “dilerim, inşallah” anlamlarına da gelebilir. Bu anlamlardan hangisiyle çevrileceği, metnin bağlamından çıkarılabilir. Ancak, film metnini çevirenler, “I hope” ile başlayan bütün cümleleri “umarım” sözcüğüyle başlatarak çevirmektedirler. Sanki böyle çevrilmesi bir gelenek durumuna gelmiştir. Bir filmde, diyelim ki kahramanımızın oğlu okul takımında oyuncudur, sürekli çekiştikleri bir başka okulla yapacakları maç için oyuncu olarak seçilmiştir. Babasına “Karşımızdaki takım çok güçlü, bakalım ne yapabileceğim…” der. Babası, “Dikkatini toptan ayırmazsan başarırsın!” dedikten sonra, kendisinin de pek umutlu olmadığını (biz izleyiclere belli eder biçimde) “Hadi sana iyi şanslar, umarım kazanırsınız…” diye ekler. Bu cümledeki “umarım” yerine “inşallah” sözcüğünün kullanılması, özgün metindeki anlamı daha iyi vermektedir: çünkü özgün metinde umuttan çok dilek anlamı vardır. Çevirmen, “inşallah” sözcüğünü dinsel içerikli buluyorsa, yerine “dilerim” sözcüğünü de kullanabilir.
  5. İngilizcedeki “of course not” kalıp cümlesinin çevirisi de karışıklık yaratmaktadır. Bu cümlenin karşılığı, Türkçede olumsuz olarak da, olumlu olarak da çevrilebilir. Bunu çevirmenin, cümlenin gelişinden anlaması gerekir. Örneğin, filmin kahramanlarından bir kız evlenecektir. Babası ile arası iyi değildir. Nişanlısı “Düğüne babanı çağırdın mı?” diye sorar. Özgün metinde “Of course not” biçiminde verilen yanıt, “Tabiî ki hayır” diye çevrilmektedir. Benim anadilim Türkçe olduğu için, bu kalıbın sürekli “tabii ki hayır” biçiminde çevrilmesi kulaklarımı tırmalamaktadır, çünkü bu tür bir yanıtı kırk yıldır çevremde hiç kimseden duymadım. “Of course not” sözcükleri, sorulan sorudaki eylem de katılarak, “Hayır, çağırmadım,” ya da “Neden çağırayım ki?” biçiminde çevrilse sorun kalmayacaktır.
  6. Benzer bir biçimde, filmlerde ve dizilerde sorulan sorulara verilen “Of course I do” ya da “of course I don’t” biçimindeki kısaltılmış yanıtların çevirisinde de karışıklık vardır. Örneğin, bir dizide deney için yumurtaya gereksemesi olan kızın, masadaki yumurtaları gösterip, yemek yapmakta olan dedesine “Büyükbaba, bunlara ihtiyacın yok, değil mi?” diye sorması üzerine dedenin yanıtı, “Elbet de var!” biçiminde çevrilmiştir (dede gibi güzel bir sözcüğümüz varken, büyükbaba gibi çeviri kokan bir sözcük neden kullanılır, bunu da anlamıyorum!).

Yine bir sinema filminde Amerikan erleri, mataralarını bir su kaynağından dolduracaklardır. Erlerden biri, buyruk beklemeden, atılıp, kaynağın yanına gitmiştir. Tetikte olan komutanın yanındaki er, şöyle sorar; “Bir şey olmayacak galiba?” Çünkü, çevrede Japonların varlığından kuşkulanılmaktadır. Komutan, yanıtlar; “Evet, olacak!” Özgün metinde, dedenin yanıtı “Of course I do!”, komutanın yanıtı ise “Of course it will!” biçimindedir (yanılmıyorsam). Çevirmen, bu yanıtarı sözcüğü sözcüğüne çevirince, karışıklık, daha doğrusu, Türkçe yanlışı ortaya çıkmıştır. Dedenin yanıtı, yumurtalara gereksemesi varsa, “Hayır, (ihtiyacım) var”; yumurtalar kendisine gerekli değilse “Evet, (ihtiyacım) yok” biçiminde olmalıdır. Komutanın, erin sorusuna verdiği yanıt da, bir şeyler olacağını sanıyorsa, “Hayır, olacak!” biçiminde olmalıdır.

  1. TRT’nin film çevirilerinde, sorulan sorular tek sözcüklük kısaltılmış sorularsa, soru eki “-mı/ -mi/ -mu/ -mü” kullanma geleneği kalkmıştır. Bunun nedeni de, yine çevirmenlerin İngilizce metne aşırı bağlılığından ileri gelmektedir; çünkü bilindiği gibi, İngilizcede soru eki yoktur; cümleye soru edası, vurgulamayla verilir. Örneğin, bir dizi filmde bir evde çağrılılar vardır, eğlenmektedirler. Kapı çalınır, kapıya en yakın konuk açar. Gelen adam, “Nataşa evde mi?” diye sorar. Konuk, Nataşa’yı tanımamaktadır; o da karşı bir soru sorar; “Nataşa?” Burada, konuğun sözünün “Nataşa mı?” biçiminde olması gerektiği açıktır. Türkçede soru eki kullanılmayan soru cümlesi olmaz çünkü. Bu kullanım o denli yayılmıştır ki, artık kulakları rahatsız etmemeye bile başlamıştır!
  2. Türkçe’de İngilizceden ayrı biçimde söylenen kimi yer adları, dizi film çevirmenleri belki “Türkçesini” bilmedikleri, belki de yaptıkarı işe özen göstermedikleri için, İngilizce söylenişiyle kullanılmaktadır. Örneğin, ünlü İtalyan kenti Napoli’nin adı, bir dizi filminde “Neypılz” (Naples), Lefkoşa diye bilinen kentin adı da “Nikoşiya” biçiminde söylenmiştir. Bu hesaba göre, Londra’yı “Landın”, Moskova’yı “Maskov”, İran’ı “Pörşiya”, Fas’ı da “Mırokko” diye söylemek gerekir. Bu aksaklığı gidermek için, film ve dizi film çevirmenleri, İngilizce’de “gazetteer” adı verilen yer adlarını sözlüklerinden birer tane edinmeli ve İngilizce’dekinden ayrı söylenen yer adlarını özgün yazımlarının yanına not etmelidirler.
  3. İngilizcede “I’m sorry” cümlesi, başta “affedersiniz, bağışlayın” olmak üzere bir çok anlama gelir. Bunun için cümlenin gelişine ve içinde bulunulan duruma bakmak gerekir. Ama TRT film ve dizi film çevirmenleri nerede “I’m sorry” görürlerse “üzgünüm”ü yapıştırıveriyorlar. Örneğin, bir filmde, sivil polis, suçluyu yakalamak üzeredir. Tam eyleme geçecekken, oraya gelen resmî elbiseli bir polis, sivilin kimliğini sorar; sivil, kimliğini gösterene değin de suçlu kaçar. Durumu öğrenen resmî polis “Üzgünüm,” diyerek özür diler. Burada “I’m sorry”nin “Çok üzüldüm,” ya da “Bağışlayın,” vb. biçiminde çevrilmesi gerekir! Çünkü Türkçede “üzgünüm” ile “bağışlayın” sözcükleri ayrı ayrı durumlarda kullanılır. Sözgelimi, oğlu hapse girmiş bir ana, komşusuna dert yanarken “Çok üzüldüm,” der, ama otobüste birinin ayağına basan kişi, özür dilerken “Çok üzüldüm, bağışlayın,” demelidir. “Üzgünüm” diyorsa, bu, onun uzgöreçte çok dizi film ve sinema filmi izlediğini gösterir. Bir de dil üzerinde hiç düşünmediğini…
  4. Bir dizi fimde, ev iyesi çağırılıları ağırlamaktadır. Tarifini yeni aldığı kurabiyeleri yapmıştır. Arkadaşına kurabiye tabağını uzatarak, bir tane yemesini ve kurabiyeler hakkıdaki düşüncesini belirtmesini ister; “Try one of them and tell me”… TRT çevirmenleri, bu cümleyi “Bir tanesini dene, fikrini söyle,” diye çevirmektedirler. Evet, çıplak düşündüğünüz zaman, “Try one of them” cümlesi “bir tanesini dene” anlamına gelir, ama yiyecek bir şey söz konusu olduğunda “Bir tanesini tat” diye çevrilmelidir.
  5. Denemek deyince, usuma bir temizleme tozu tanıtımı geldi. Tanıtımda bir oyuncu, uzman kimyacı kılığına girerek, elindeki temizleme tozu kutusunu gözümüze sokarcasına uzatıp, “Test edip, onayladığımız deterjan!” demektedir. Ev kadınlarımız, böylece yeni bir kavram öğrenip, sözcük dağarcıklarını genişletmişlerdir belki de. Duyuru metnini yazan “Deneyip, onayladığımız deterjan,” dese, ev kadınlarının anlayamayacağını düşünmüştür beki de!
  6. Türkçede kişinin yaşından sözedilirken, örneğin “65 yaşıma bastım”, “65 yaşımı sürüyorum,” “65 yaşındayım,” gibi cümleler kullanılır. İngilizce’deyse “Im sixty five” biçiminde anlatılabilir. Çevirmenler, bu İngilizce kalıbı sözcüğü sözcüğüne çevirince, “Ben altmış beşim,” gibi garip bir cümle ortaya çıkmaktadır. Örneğin, bir dizi filmde, emekli olmasına pek az kalmış bir polise görev verilmiştir. Genç arkadaşı, işi çözeceklerini düşünmekte, ama yaşlı polis ise umutsuz görülmektedir; “Bu işin sonu yukarıdakilere dokunacak galiba, çünkü benim emekliliğime çok az kaldı, ben emekli olunca, seni başka bir birime atarlar ve bu işi kapatırlar,” demekte, genç polisin umudunu yitirmemesi için de “Ama daha dur bakalım, henüz 65 değilim” diye eklemektedir. Bu son cümlenin “Henüz 65 yaşıma basmadım,” diye çevrilmesi Türkçe’ye uygun olacaktır.
  7. İngilizcede “what does it (he ya da she) look like” cümle kalıbı ile nesnenin, bir kimsenin nasıl bir nesne ya da kimse olduğunu sormak için kullanılmaktadır. Bir arkadaşınız, yeni aldığınız bir daktiloyu soruyorsa, bunun yanıtı, “Tippo marka, yabancı klavyeli bir daktilo, tuşları da çok hafif” gibi bir şey olabilir. İnsan için kullanıldığında da, o kimsenin ruhsal ve fiziksel özellikleri belirtilir. Ancak, hem insan hem nesne için kullanılan bu İngilizce cümleyi, TRT çevirmenleri hep “Neye benziyor?” biçiminde, sözcüğü sözcüğüne çevirmektedirler.

Örneğin, bir dizi fimde, yeni taşındıkları semtte kızlarının arkadaş edinemeyeceğinedn korkan ana, baba, okulun açıldığı ilk günün akşamı kızın ağzını aramaktadırlar; “Nasıl, okulu sevdin mi?” Kız, okulu sevmiş de bir erkek arkadaş bile edinmiştir. Ana, baba, erkek arkadaş sözünü duyunca bir az huylanırlar. Baba, “Erkek arkadaş ha, peki neye benziyor?” diye sorar. Çevirmenlerin bu cümlesini duyunca, yanıtını vermiştim içimden; “İnşallah dili, TRT çevirmenlerinin diline benzemiyordur!” dedim, “Yoksa, erkek arkadaşıyla nasıl anlaşabilirdi zavallı kızcağız!”

  1. İngilizcede “oh, yes!” ve “oh, no!”, duygsal onaylama ve reddetmeyi bildiren ünlem cümleleridir. Biz Türkçede hiç bir zaman, İngilizler gibi “Oh, evet!” ve “Oh, hayır!” demeyiz. Ama TRT film ve dizi film çevirmenleri için, her “evet” ya da “hayır”ın önünde, kesinlikle bir “oh” ünlemi vardır. Meraklanıyorum, bu çevirmenler, evlerinde, eşlerine bir kez bile “Oh, evet!” ya da “Oh, hayır!” demişler midir acaba?
  2. İngilizcede bir sorunun yanıtı “yes, why?” ya da “no, why”?” biçiminde olabilir. Örneğin, bir dizi filmde, diyelim ki kahramanımız arkadaşına o sabah Jimmy’i görüp görmediğini sorar. Arkadaşı, hem görmediğini belirtmek hem de bu soruyu neden sorduğunu anlamak için “No, why?” yanıtını verir. Bunun Türkçe’deki anlamı “Hayır, Jimmy’i görmedim; onu görüp görmediğimi neden soruyorsun”, bu yanıtının kısaltılmış biçimi de, “Hayır, neden sordun?”dur. Ama TRT çevirmenleri, bu kısaltılmış cümleyi daha da kısaltmakta, sözcüğü sözcüğüne çeviri yaparak, “Hayır, neden?” biçimine sokmaktadırlar. Neden?
  3. Türkçede, bir işin yapılacağı saat, örneğin “Babam üçte eve dönecek” biçiminde belirtilir. Bu tür cümle, işin ne zaman olacağı kesin olarak biliniyorsa kullanılır. Peki, ya kesin olarak bilinmiyorsa? O zaman da “Üç civarında”, “Üç sularında”, “Üçe doğru”, “Üç dolaylarında” gibi kalıpları kullanabiliriz. Anamızdan duyduğumuz da bunlardır. Ancak, TRT çevirmenlerinin dilinde kesin olarak bilinmeyen saat, “gibi” edatıyla çevrilmektedir. Örneğin, dizi filmde, polise “ifade” veren kişi, cinayet gecesi eve ne zaman döndüğünü belirtmek için “O gece eve üç gibi döndüm” demektedir. Türkçe’de böyle bir kullanım yoktur. İngilizceden çeviri olup, olmadığını anlamak için, İngilizce öğretmenlerine, iyi İngilizce bilen arkadaşlarıma sordum; hiç biri, Türkçeye böyle çevrilebilecek bir cümle kalıbı duymadıklarını söylediler. Bir çok İngilizce dilbilgisi kitabı karıştırdım, bu kalıba benzer bir kalıp cümleye rastlamadım. Ama sanıyorum ki TRT yaymaçlarında yayımlandıktan sonra, ışın hızıyla yaygınlaşan başka bir sözcük ya da cümle kalıbı yoktur. Bizim halkımızın “başka olmak” sevdâsının sonucu galiba! Nasıl, suyu ya da çayı içmeyip “alıyorsa”, saati de “üç gibi”, “beş gibi” diye belirterek, kendisini ayaktakımından ayırıyor; “farklı” olmak; moda da bu değil mi zaten? Türkçe güme gidiyormuş, ne gam!**

Bunlardan başka, çevirmenlerden değil, TRT’nin dil konusunda özensizliğinden doğan yanlışlar da var; sayın konuşman (spiker) hanımlardan biri, nedense sürekli olarak en büyük kültür kentimiz olan İstanbul’un adını Istanbul olarak söylemektedir. Görüntülüğe gelen saydamlarda (dialarda) hep İstanbul olarak yazıldığı hâlde, bu konuşman hanım Istanbul diye söylemekte ısrarlı görünmektedir. Bu kentin adı bütün ansiklopedilerde (buna yabancı dillerdeki ansiklopedi ve kaynakları da ekleyebilirsiniz) İstanbul olarak yer almıştır. Reşat Ekrem Koçu’nun bu kenti konu alan ünlü ansiklopedisinin adı da İstanbul Ansiklopedisi’dir. Yine bu konuşman, Arapça hemzeyle ya da ayınla yazılan sözcükleri, hemze ve ayınlarını çatlatıp söylemeye çok meraklıdır; ona göre “heyet” değil,  “hey’et’tir, “sanat” değil, “san’at”tır. Üstelik, “heyet” demenin de gereği yoktur, bunun yerine “kurul” gibi güzel bir sözcüğümüz vardır. Bu, “ayınları, hemzeleri çatlatma merakı bir başka hanım konuşmacıya güzel gelmiş olacak ki, o da haberleri okurken, dışişleri bakanının adını, bir kaç kez “Mes’ut” biçiminde söylemiştir. TRT’nin Kahire ya da Şam’da olmadığını bu hanım konuşmanlara anımsatacak bir TRT yetkilisi yok mudur acaba?

Son olarak da Banko adlı yarışma izlencesinin sunan Bülend Özveren’in dil konusundaki tutumuna değinmek isterim. Bu sunucu, “Ben Bilirim” adlı yarışma izlencesini sunarken, “süper yarışma”, “süper final” sözcüklerini o denli çok kullanmıştı ki, belki de bu yüzden “süper” sözcüğü büyük bir yaygınlık kazandı. Artık Türkiye’de “süper” olmayan hiç bir şey kalmadı. Gazeteler “süper armağanlar” veriyor. Temizleme tozlarının hiç biri “normal” değil, hepsi “süper”! Bu sunucu, yakın bir dönem de bir Banko yarışmasının sonucunda verilen para armağanını açıklarken (coşkuyu artırmak için olacak), “Şimdi toplam para armağanını açıkladığım zaman, siz konuk izleyicilerimiz ve ekranları başında bizi seyredenler, sanıyorum ‘vuav’ diyecekler” demiştir. Bu satırları (hiç ummuyorum ama) okuyorsa, bu sayın sunucuya şunları söylemek isterim: “Sayın sunucu, Türk insanı, çok şaştığı zaman ‘vuav’ demez; ‘vaaay’ der, ‘vay canına’ der, ‘vay beee’ der, “vay anasını” der; ama kesinlikle Amerikalılar gibi ‘vuav’ demez. İzleyicisi çok olan bir izlenceyi sunuyorsunuz. (Bu izleyici çokluğu sizin sunuşunuzudan ya da izlencenin bulunmaz hint kumaşı oluşundan ileri gelmiyor; verilen para armağanlarının yüksekliğinden; başarıyı para ile ölçmeye yönelen toplumun para kazanan kişiyle kendilerini özdeşleştirme içgüdüsünden geliyor). Bu sorumluluğunuzun içinde, insanlarımıza güzel ve doğru Türkçe ile seslenmek de giriyor. Dilimizi yabancı diller boyunduruğuna sokmaya sizin bile hakkınız yoktur.”

Bir de TRT uzgöreç ve uzduyacında, düşüncesi sorulan uzmanlara izlencenin sonunda “teşekkür edilmesinden” sonra, bu kişilerin “ben de teşekkür ederim” demesi var. Oysa, Türkçe’de teşekkür edildiği zaman, bunun karşılığı “Bir şey değil”dir. Sanıyorum, “teşekkür ederim”e karşılık olarak söylenen “Ben de teşekkür ederim” sözcükleri, “beni de görüntülüğe çıkardınız, ben de ünlendim, artık herkes sokakta beni de parmağıyla gösterecek; bu nedenle, ben de size teşekkür ederim,” anlamına geliyor. Bir söz rüşveti olarak…

SONUÇ

Şimdi gelelim en güzel ve en doğru Türkçenin TRT yayınlarında kullanılıp kullanılmadığına; hayır, en güzel ve en doğru Türkçe, TRT yayınlarında kullanılmıyor. TRT’nin kullandığı Türkç’enin benzeri ne büyük basında, ne yerel basında, ne Anadolu’da ne de Anadolu dışındaki Türkçe konuşan insanlarca kullanılıyor; bu dil, Amerikan İngilizcesiyle Türkçe kırması bir dildir, adı da “Türkgilizce”dir. Türkçe’yi değil, Türkgilizceyi kullanmak, bir dil ve kültür kıyımıdır. TRT, bu utancasını düzeltmek zorundadır. Bunu sağlamak için bütün dilsever aydınları, yukarıda benim yaptığım biçimde yayınlardaki Türkgilizce özelliklerini saptayıp, TRT’ye mektuplar göndererek, yazılar yazarak, Türkgilizce ile savaşmaya çağırıyorum.

(*) Uzduyaç=radyo; uzgöreç=televizyon (uz; (tele/görme, görüntü; vizyon / eç;. Türkçede araç ad türeten ek.).

(**) Yıllar sonra, CNBC-E kanalında bir dizide, “sevenish” (yedi gibi) biçiminde bir kullanıma rastladım.

(***) Bu satırların yazılışından beri yıllar yıllar geçti. Özel uzgöreç kanalları çoğaldı ve Türkçe, bu kanallarda ürkünç bir yozlaşma sürecine girdi. Ben artık (tüm eksikliklerine karşın) TRT kanallarını izliyorum. (Ekim 2004)

(Türk Dili Dergisi, sayı 15, Kasım-Aralık 1989).

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir