Ahmet Haşim / BİR GÜNÜN SONUNDA ARZU

Can yayınlarından çıkan Bir Günün Sonunda Arzu, Ahmed Hâşim’in bütün şiirlerini derlemektedir (İlk bas. Temmuz 2011, 2. bas. Nisan 2013).

Metinler eski yazıdan, daha önce yayımlanmış yeni yazı metinler de göz önünde bulundurularak Cumhuriyet dönemi abecesine çevrilmiş; kaynaklarda rastlanan kimi ufak tefek yanlışlar düzeltilmiş, günümüz okurunu aydınlatmak amacıyla da açıklayıcı dipnotlar eklenmiştir. Metinler, sol sayfada özgün metin, sağ sayfada günümüz diline uyarlaması olmak üzere iki dillidir. Günümüz diline çevrilen metinlerde, şiirlerde aruzun, nazım biçimlerinin ve uyakların yardımıyla geliştirilmiş âhengi yeniden yaratmak amacı güdülmemiştir; böyle bir şey boşuna çabalamak olurdu. Kitabın başında, Hâşim’in yaşamı ve sanatını irdeleyen, 32 sayfalık bir önyazı vardır.

Aşağıda, kitabı hazırlayanın, eski yapıtların gençlerin anlayacağı şekilde günümüz diline çevrilerek yeniden yayımlanması konusundaki bir yazısını bulacaksınız:

GENÇLER KILASİKLERİ (YA DA ESKİ YAZARLARI) NASIL OKUSUN?

Kılasik yapıt, “Hiç kimsenin okumadığı ama herkesin bildiğini sanıp düşünce belirttiği yapıttır” diye tanımlanır şaka yollu. Bunda doğruluk payı da yok değildir. Biz, kültürümüzün bir çok öğesi ve kavramı gibi, “kılasik” kavramını da 19. yüzyılda Avrupa kültüründen, özellikle Fransız kültüründen aldık. Aradan yuvarlak hesap iki yüz yıl geçmiş olmasına karşın, bu kaynağın etkisi, daha sonra Amerikan kültür çerçevesine girmiş olsak da hâlâ kendisini pek çok alanda etkin biçimde duyurur. Bu nedenle şehircilik ve şehir bölümlemesinden mimarlığa, resimden yazına, dilden spordan vücut diline hemen her alanda Fransız etkisi giderek azalıyor, ama yine de duyumsanır durumdadır.

“Kılasik” kavramı, konuyla doğrudan ilgisi olmayan halk bir yana, aydınların kafasında bile netleşmiş değildir. Çoğu zaman “eski” ile “kılasik” kavramları birbirine karıştırılır. Bundan yıllar önce, “Bizim yazın alanında kılasiklerimiz hangi yazarlardır?” diye bir soru ortaya atılmış tartışmalar yapılmıştı da, bu tartışmalardan benim gibi “edebiyat” öğretmenlerinin, yazar ve eleştirmenlerin, aydınların hemen hiç birinin “kılasik”in ne olduğunu bilmediği anlaşılmıştı. Tartışmalardan aklımda kalan, “kılasik”in “her dönemde bütün kuşaklarca okunan”, “günümüz konuşma ve yazı diline örneklik edecek yetkinlikte güzelduyusal bir dille yazılmış” yapıtlar olması gerektiğiydi. Kimileri dilimiz yabancı dillerin hem dilbilgisi öğelerinin, hem sözcük dağarcığının etkisi altında olduğundan, “eski” yazın yapıtları da bu dille yazıldığından, “Bizim kılasiklerimiz yoktur” tanısını koymuşlardı da kıyâmet kopmuştu.

Peki Fuzûlî, Bâkî, Nedîm, Nâmık Kemal, Hâlid Ziyâ Uşaklıgil, Tevfik Fikret, Cenâb Şahâbeddin, Ahmed Râsim, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hâlide Edib Adıvar, Mehmed Âkif Ersoy gibi şair ve yazarlarımız kılasik midir, değil midir? Bunu kimler, hangi ölçütlere göre, nasıl belirleyecektir? Eski yapıtları “Osmanlı(ca) kılasikler” ve “Türkçe kılasikler” diye ikiye mi ayıracağız? Daha da önemli bir soru: İlle de kılasikler olması şart mı? Kılasik dediğimiz kavram, en azından ülkemizde bilgisizliğimiz ve Batı’nın geçirdiği gelişim evrelerini yaşamadığımız için, görece bir kavram değil midir?  Millî Eğitim Bakanlığı, her gelen (tutucu) bakanın kendisini “eğitimi kurtaracak aslan” görmesi dolayısıyla Türkiye’nin siyasal ideolojilerin gerçekleştirilmek istendiği en siyasallaşan bakanlığı olduğuna; eğitim yönetiminin her yeni eğitim bakanının “siyasal meşrep”ine göre yeniden biçimlendirilmek istendiğine göre çözümü eğitim bakanlığında ve okullarda aramak, boşuna bir beklentidir. Çünkü her yeni hükümet döneminde, kurumlarda devamlılık ilkesinin sürekli canına okunmaktadır. “Millî Eğitim Bakanlığı”nın “klasik” dediği kitapların zorunlu olarak okunmaları / okutulmaları için “yüz temel eser” adıyla listelediği, iki kez genelge çıkardığı, okul müdürlerinin bu genelge dolayısıyla öğretmenlerin listedeki kitapları okutup okutmadıklarını denetlemeye bile kalkıştıkları doğru değil midir? Bu yapıtların pek çoğu dilleri, içerikleri ve ideolojileri bakımından çağdışı kalmamış mıdır?

Dilde yalınlaşmanın 1923’ten sonra başladığını sanan ve Osmanlıca’yı İngilizce, Fıransızca gibi bir yabancı dil olarak öğrenen safdillerse(!) hâlâ Atatürk’ün devrimine sövme aymazlığı içindedirler; hâlâ “âhenkli ve mükemmel” bir dil sandıkları Osmanlıca’nın özlemini çekmekte; Türkçe’yi “âhenkli ve mükemmel” bir konuşma ve yazın dili yapmak için hiç bir çaba harcamamaktadırlar. Bu ülke, dil devrimini, dilin seslerini göstermeye yarayan harf devrimini, “Osmanlı aydınları 1928’de, bir gecede karacâhillere döndürüldü” diyerek suçlayan şairler, “tarihçi-televizyoncu”lar; düz liselere Osmanlıca ve eski yazı dersleri koymaya kalkışan “milliyetçi” hükümetler bile görmüştür. Oysa gençlerin, meslekleri gerektiriyorsa Osmanlıca ve eski abeceyi öğrenmesinin önünde hiç bir yasal engel yoktur.

“Eski” yazın yapıtlarıyla günümüz gençleri arasındaki en büyük engel, yazın yapıtının temel malzemesi olan dildir. Dil yoksa, yapıt da yoktur. Yukarda adlarını saydığım ve sayamadığım yazarlar, günümüz yazın ve konuşma dilinin geldiği çağdaşlaşma noktasında, artık gençler için, okunmalarını dil bakımından olanaksız kılacak kadar gerilerde kalmıştır. Bunun nedeni de Müslümanlığı kabul eden ve kısa bir direnişten sonra din ve bilim dili deyip Arapça’yı; yazın dili deyip Farsça’yı kutsayan ve dilimizi bu dillerin paryası yapan atalarımızdır. Bunların torunları da büyük gazetelerde, “dilbilimci” olarak üniversitelerde görev yapmakta, “iletişme” gerçekleştiğine göre yabancı dillerden sözcükler alıp kullanmakta, bu sözcükler yayılınca da, artık bunların “Türkçeleştiğini” ileri sürmektedirler.

Peki, bu durumda çağdaş tavrımız ne olmalıdır? Osmanlıca kullanan bütün eski yazar ve şairlerimizi bir kalemde silip “yazın sanatı”na baştan mı başlayalım. Bu tavrın, “devr-i dâim makinesi” gibi sürekli silbaştan yapmaktan bir farkı olmaz.

Ana soru: Gençlere kimilerinin “kılasik” dediği “eski” yazar ve şairlerimizi zevk alarak okumaları için ne yapmalı? Bu konuda, kimi tartışma yazıları dışında, çokdisiplinli güvenilir bir inceleme ve araştırma yapıldığına rastlamadım.

“Eski” şairlerimizden birinin, Ahmed Hâşim’in, başka şiirlerine göre bir oranda yalın sayılabilecek “Yaz” adlı  şiirinden örnek bir bölüm:

«Deniz,

Sürüklenir zehebî, ince kumlar üstünde,

Bütün menâzır-ı hüzn ü gurûb ile yalnız;

Yükselen reng-i şâmın altında

Öksürür nâtüvân u nâlende

Hasta bir genç kız..»

Elde sözlük, bir genç bu şiirden zevk alabilir mi?

“Eski” yazarlarımızdan birinin, Ahmed Râsim’in Muharrir, Şâ’ir, Edîb kitabında yer alan, zamanına göre son derece yalın bir dille yazılmış örnek bir bölüm:

«Benim küçüklüğümde “hâne”de “gazete”, “mecmuâ” nedir bilinmezdi. “Mektep” de bunların ne demek olduğunu bildirmemek gayretiyle duhûllerini men’ ederdi. Memleket dâhiline atıldığım zamanlarda da bunlardan pek çoğunun eşhâs üzerinde, hâne(,) mektep derûnunda bulunması dâ’î-i mücâzât olduğunu öğrendim. Hânede ana, baba korkusu var ise mektepte müdür, mubassır, hoca, çavuş, onbaşı(;) memlekette de pâdişah, hükümet ve erkân ve teferruâtından müteşekkil cesîm ve azîm bir kitlenin vücuda getirdiği bir istibdâd-ı mütezâyid korkusu var idi. El-hâsıl tazyîk ile uslu oturuş, mümâşât, müdârâ, müdânâ alel-ıtlak “terbiye” mânâsını ifade ediyordu. Ben de bil-mecbûriye bu terbiye dâhilinde hareket ediyordum. Fakat!.. Cennet-i a’lâya kadar girip çıkmış olan şeyâtin, muhitte çoğalıyordu.» 

Elde sözlük, bir genç bu nesirden zevk alabilir mi?

Dikkat edilirse, örnekleri Halid Ziyâ ve Mehmed Rauf gibi üslûpçu Edebiyât-ı Cedîde yazarlarından vermedim. Şimdi kültürümüzün çok yakın bir geçmişinin birer parçası olan böyle şiir ve düzsöz metinlerini, asıllarının eski yazı ile basılı olduğunu bir yana bırakıp, günümüzün bilgisayar, tablet bilgisayar, internet, cep telefonu kullanan, televizyon seyreden gençlerine nasıl okutacağız, ona bakalım:

Birinci sav: “Efendim, bu metinler geçmişimizin ve kültürümüzün temel ürünleridir; bir genç bunları okuyup öğrenmezse geleceğini de göremez. O hâlde ilköğretimin son üç yılında ve lisede gençlere eski yazı ve Osmanlıca’yı öğretelim. Nasıl yabancı dil öğreniyorlarsa(!?), bunları da öğreniversinler canım,” savı. Anımsanacaktır, “milliyetçi cephe” zamanında düşünülüp taşınılmadan uygulanmaya girişilmişti bu sav ve uygulanamazlıktan dolayı doğmadan ölmüştü. Türk diline en uygun olmayan abeceyi ve tam anlamıyla Arapça, Farsça ve Türkçe karışımından oluşan bir dil çorbası olan Osmanlıca’yı zorunlu ders olarak koymayı Osmanlı’yı kutsayanlar bile göze alamadı; ama bana öyle geliyor ki bu sav kimilerinin ağzının suyunu akıtmaya devam ediyor. (Şimdi de, ilköğretimde ve lisede müfredata öğretemediğimiz İngilizce, Fransızca gibi yabancı dillerin yanı sıra, yine öğretemeyeceğimiz Arapça da giriyormuş. Hayırlı olsun!)

İkinci sav: “Efendim, bu metinler geçmişimizin ve kültürümüzün temel ürünleridir; bir genç bunları okuyup öğrenmezse geleceğini de göremez. O hâlde yayınevleri eski yazıdan yeni yazıya çevrilmiş metinleri, bir sayfada metnin özgün şekli, karşı sayfada günümüz diline çevirisi olmak üzere iki dilli bassın” savı. Bence en uygun yol bu; ama bir sakıncası var. Dört yüz sayfalık bir Ahmed Midhat romanını bu yolla basarsanız, sayfa sayınız ve fiyatınız iki misline çıkar. Bunun sonucunda da okurun büyük çoğunluğunun “Önce ekmek, sigara, maç, meyhâne…” dediği bu ülkede, büyük emek ve masraflarla zâten bilemedin bin ya da iki bin bastığınız kitap elinizde kalacaktır. Hangi yayınevi bu zararı göze alır? Bu yöntemi uygulamaktan kaçınmayan Bordo Siyah, Can Yayınevi gibi yayınevlerine teşekkür etmek gerekir.

Üçüncü sav: “Efendim, bu metinler geçmişimizin ve kültürümüzün temel ürünleridir; bir genç bunları okuyup öğrenmezse geleceğini de göremez. O hâlde yayınevleri eski yazıdan yeni yazıya çevrilmiş metinleri, bilinmeyen sözcüklerin karşılıklarını ayraç içinde ya da sayfa altında dipnot olarak versin” savı. Bu yöntem, okur açısından bir işkenceden farksız sonuç doğurur. Kitabı yayına hazırlayan karşılığı verilecek sözcükleri nasıl ve hangi okura göre belirleyecek? Bu yöntemi uygulayan yayınevlerinin kitaplarında görüyoruz ki çoğu zaman, “bilinmeyen sözcük”ün metindeki yan anlamını, mecaz anlamını, ironik anlamını, argo anlamını ve benzeri anlamlarını değil, kolay yolu seçip sözlük anlamı verilmektedir. Bu yol da okura yardımcı olmak bir yana, kafasını karıştırmaktadır.

Dördüncü sav: “Efendim, bu metinler geçmişimizin ve kültürümüzün temel ürünleridir; bir genç bunları okuyup öğrenmezse geleceğini de göremez. O hâlde yayınevleri eski yazıdan yeni yazıya çevrilmiş metinleri hiç dokunmadan, aynen basmalıdır. Sözlük diye bir şey var, değil mi! Okuyucu bilmediği sözcükleri sözlükten bizahmet (bi’z-zahmet) bakıversin canım. Eski metinler kutsaldır, bunlara dokunmak, edebiyata tecâvüzdür, ihânettir” savı. Bunları söyleyen bilgiçler takımı, eleştiri tarihini okumamış, Osmanlıca’dan ve Arap harflerinden hangi Osmanlı eleştirmen ve yazarlarının yakındığını öğrenememiş kimseler ve bunların şakşakçıları olan “internet yorumu” yazanlar; Uğur Mumcu’nun dediği gibi “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar”dır.

Beşinci ve akılcı sav: Bu konuda, öğretici metinler bir yana, yazınsal metinleri şiir, düzsözel şiir ve düzsöz metinler olmak üzere ikiye ayırmalıdır. Şiirin, yabancı bir dile çevrilmesi bile mümkün olmadığına göre, şiir kitapları asıl metin ve günümüz diline çevirisi olmak üzere iki dilli olarak basılabilir. Okur da, isterse çevirilerini değil asıl metinlerini okur. Roman, öykü ve benzeri düzsöz yapıtlara gelince, yukarda söylediğim gibi çift dilli basmak özellikle kalın kitaplarda sayfa sayısını ikiye katlayacağı için, bunların metinleri ancak doğrudan günümüz diline çevrilerek basılabilir. Elbet de Hâlid Ziyâ, Mehmed Rauf gibi üslûpçu yazarların metinlerini iki dilli basmak en doğrusudur; ama kitabın satış fiyatı yayıncının belini büker. O zaman, üslûpçu yazarların metinlerine elden geldiğince dikkatli ve az dokunulmalıdır. Hâlid Ziyâ, son yıllarında başta Aşk-ı Memnû olmak üzere kimi yapıtlarının dilini yalınlaştırmayı kendi eliyle yapmıştı; Mehmed Rauf’un Eylül başyapıtını da dâmâdı yazar Selâmi İzzet Sedes yalınlaştırmış ve yanlış anımsamıyorsam “metne daha fazla dokunmanın elinden gelmediği, ama yeni kuşakların gerekirse daha da yalınlaştırabilecekleri”ni belirten bir not da koymuştu. Ancak, elli küsur yıl önce yapılan bu yalınlaştırmalar doğallıkla günümüz gençleri için yetersiz kalır.

  1. NOT: Bu yazıda F(ı)ransızca’dan aldığımız “classique” kavramını “kılasik” diye yazdım. Çünkü Türkçe’de sözcük başında iki ünsüz bulunmaz; ya “kılasik” diye okumak ve yazmak zorundasınız, ya da dili ve Türkçe vurguyu zorlayarak “klasik”. İkinci durumda “ı”sız söylemek sorunda kalacağınız ve vurgu ilk heceye geçeceği için hem dilin “vurgu dizgesini bozarsınız”, hem de Fıransızca’daki gibi söyleyemezsiniz. Bu konuda bk. Özgür Edebiyat, Kemal Bek, “F(ı)ransızca Asıllı Sözcüklerin Başındaki Çift Sessizler Nasıl Yazılmalı?”, sayı 25, s. 129.
  2. NOT: Bu kitap için Murat Bardakçı’nın ve Sabit Kemal Bayıldıran’ın yazdıkları olumsuz ve incelik sınırlarını zorlayan yazılara verilen yanıtlar, “Tartışmalar” bölümünde okunabilir.