Sabit Kemal Bayıldıran’la

SABİT KEMAL BAYILDIRAN’A ZORUNLU YANIT

Aşağıdaki mektubu, yazar Sabit Kemal Bayıldıran’a göndermiştim:

«Sabit Kemal Bayıldıran Bey,

Zaman-Kitap Zamanı adlı derginin 68. Sayısında yayımlanan “Ahmet Hâşim, dil, imtizaç”başlıklı yazınızda, benim hazırladığım Bir Günün Sonunda Arzu adlı kitaba değinmişsiz. Yazıyı geçen hafta derginin internetteki sitesinde okudum. Okurlarınızın, hazırladığım kitabı yanlış ve eksik tanıyacaklarına üzüldüm! Size yanıtlarımı yazınızın arasında kalın ve italik satırlarda yazıyorum.

Özgür Edebiyat dergisinin 30. sayısındaki “Düşünce Temrinleri X”da Fuat Çiftçi’ye değinirken, Çiftçi’ye seslenerek «...“Sabit Kemal Bayıldıran’a Zorunlu Yanıt”ını; doğrudan bana gönderseydi, ben onun cevap hakkına saygı duyarak bu satırların arasına koyardım Yanıt’ı. En azından değerli okurlar hem suçlamayı hem cevabı birlikte okurlardı.» diyorsunuz. Eleştiri ahlâkının gereğidir bu! Bu satırlarınızı eleştirdiğiniz öbür yazarlara, bu arada bana, verilmiş bir söz olarak kabul ediyor; salık verdiğiniz gibi, “zorunlu yanıt”ımı size gönderiyorum. Okurların “hem suçlamayı hem cevabı birlikte” okumaları için ya Zaman-Kitap Zamanı’nda yayımlatmanızı ya da Özgür Edebiyat’taki “Düşünce Temrinleri’nin “satırları arasına koymanızı” bekliyorum. Sessiz kalırsanız, “Düşünce Temrinleri X” da dediğiniz gibi, “Durumu edebiyat dünyasının takdirlerine bırakıyorum!”  

Esenlikler.

Kemal Bek»

Bayıldıran, bu mektubuma hiç bir yanıt vermediği gibi, aldığını bile bildirmedi. Aşağıda, Bayıldıran’ın yazısını ve benim koyu harflerle yazdığım yanıtlarımı ve yorumlarımı okuyacaksınız:  

*****

AHMET HÂŞİM, DİL, İMTİZAÇ

Sabit Kemal Bayıldıran

Kemal Bek, Ahmet Hâşim’in şiirlerini yeni yazıya çevirip günümüz diline uyarladı. Hâşim’in şiirlerinin hem özgün hem de Kemal Bek tarafından uyarlanmış hallerini içeren Bir Günün Sonunda Arzu soruları ve tartışmaları da beraberinde getirdi. (Neyi neden tartışıyorsunuz bilmem; söz gelimi, internette “blog” yazan biri, kitabın kapağındaki “sonbahar yaprakları”nın, kullanılan harflerin punto ve karakterlerinin hesabını sormuş! “Tarihçi” bir “üstâd”sa hakaret edip, “şiire tecavüz ettiğimi” ileri sürmüş; kendisine yanıtımı, sizin de yazdığınız Özgür Edebiyat’ta görmüşsünüzdür (Bk. «“Üstâd”a Yanıt», Özgür Edebiyat, sayı 30, 2011, s. 128-130)! Sizin neyi tartıştığınızı da merak ettim. Yazının devamından öğrenirim sanırım!)

Hulki Aktunç’un “yan yana gelmemiş sözcükler var daha” dizesi, edebiyat dünyamızda çok yankı uyandırmıştı. Şairler, bir araya gelmemiş sözcüklerin peşine düştüler bu yüzden. Bir zamanlar da “Şiir sözcüklerle yazılır” cümlesi çok yaygındı. Şimdi ben “Şiir klavyeyle yazılır” desem modern bir hakikati söylemiş olmaz mıyım? Şiir elbette sözcüklerle, onları bir araya getirerek yazılır; ama bir araya gelen sözcüklerin “imtizaç” göstermesi gerekir (Doğru, katılıyorum, aksini kim söylemiş? Katılmadığım; Osmanlıca “sihirli” “imtizâc” sözcüğünü öne sürüp, gençlere “Bakın sizin bilmediğiniz ne sözcükler biliyorum, şiirden nasıl anlıyorum” tavrıyla tepeden bakan bir yazı döşenmeniz. Onun bunun emeğini yereceğinize bu emeğin artılarını eksilerini gösterin; dahası, şiir yazın, roman yazın; dil anlayışınıza en uygun sözlük de Şemseddin Sâmî merhumun Kaamûs-ı Türkî’si. Böylece, küflü Osmanlıca’yı gençlere daha iyi belletirsiniz!

İyi de, karışmak gibi olmasın, yeniden kullanıma girmiş olan “yankı” gibi uydurukluk kokan bir sözcüğü kullanacağınıza, birbiriyle “imtizâc” ve kulaklarımızı da “mest” eden “aks-i sedâ” tamlamasını kullanmıyorsunuz? “Yankı”da “aks-i sedâ”nın mûsıkîsi, “imtizâc”ı ve “tedâîleri” var mı? Yoksa düzsözde [Bakın bu sözcük, Cevdet Kudret’in Türkçe’ye armağanı] âhenk ve imtizâc olmaz mı diyorsunuz?

“Bilineni bir daha söyleme”, sizin anlayabileceğiniz sözcüklerle “ma’lûmu i’lâm” olan “Şiir sözcüklerle yazılır”a benzeterek söylediğiniz “Şiir klavyeyle yazılır” nüktesi yanlış; “Şiir, beyinle ve yürekle yazılır.” Betonu kürekle de kararsınız, beton yapma makinesiyle de; asıl olan betonun tavını tutturmak, öyle değil mi? “Modern bir hakikat”i boş verin üstadım? Kafalar ÇAĞDAŞ olsun yeter!).   

Nedir peki imtizaç? Dil Devrimi denilen fukaralaşma sürecinden sonra, (İstanbul’dan mı mezunsunuz bilmiyorum; ama bunu bize otuz beş kırk yıl önce hocalarımız defalarca söylemişlerdi. Siz de hâlâ orada mısınız? Bu tartışma kapanalı o zamanın gençleri dede oldular oysa. Demek ki siz de dil devriminin [küçük harfle, yazım yanlışı yok] ne amaçla yapıldığını, Osmanlıca hayranlığınızdan dolayı hâlâ anlamamışsınız[!]. Tıpkı “Osmanlı hânedan tarihçisi üstâd-ı âzam gibi… Türkçe’nin asıl “fukaralaşma”sı, Araplar karşısında aşağılık duygusu içinde Arapça sözcükleri yağmalayarak Türkçe sözcükleri unutturup dilimize aşılayansizin gibi düşünenlerdir. Kimilerinin günümüzde İngilizce’yi yağmalayıp Türkçe’ye aşıladıkları gibi!)sözcükler arasında anlam ayırtısı (işte bir uyduruk “dil devrimi” kelimesi daha!) aramak bittiği içindir ki aşk, sevda, muhabbet dilden kovulup yerini “sevi” seviyesizliğine (Çağrışım ve nükte güzel, ama hakaret?!) bırakalı beri nice “dilsiz” şair türedi. (“Şair” dediğinize göre, bu dilsizleri şair sayıyorsunuz demek?! Onlara “müteşâir” denir… bildiğiniz gibi! Beğenmiyorsanız, okumayın onları, zaplayın azîzim!)Siz hiç kulun, tay, kısrak, küheylan, aygır, beygir sözcüklerine (“sözcük”, Melih Cevdet Anday’ın buluşu, uyduruk bir dil devrimi “kelimesi”, rahmetli hocam Timurtaş’ın deyişiyle “kelemesi” daha!) rastlıyor musunuz şiirde? Varsa yoksa “at”! (Kim o şairler? Kılavyelerini kıralım kerataların!!! Haddim olmayarak size şunu salık vereğim: Yazılarınızda “kulun”, “tay”, “kısrak”, “küheylan”, “aygır”, “beygir” sözcüklerini kullanın ki gençler de biz de öğrenelim; elinizi kolunuzu, kılavyenizi tutan mı var?)

Şiir, yazıldığı dile bile çevrilemez (bir “ma’lûmu i’lâm” daha!).

İmtizaç, “mecz” (“mezc”; kılavye sürçmesi!)kökünden türemiş; “karışabilme”, “birbirini tutma, uygunluk”, “iyi geçinme, uyuşma” anlamlarına geliyor. (Ana dili Türkçe olan bir çocuk, “mezc”i de bilmediğine,  bu açıklamanız olmadan da “imtizâcı” anlayamayacağına göre, bence bu, küflü bir sözdür. [Siz bile, bu tanımı Devellioğlu’ndan aynen almışsınız]. Zavallı Osmanlı gençleri bunları ezberleyeceğim diye değerli enerjilerini ve vakitlerini boşuna harcamış [Bk. Ahmed Râsim,Muharrir, Şâir, Edîb; 1924; altıncı sayfada, yazar “patlıcan” yerine “bâdincân” yazmadığı için az daha sınıfta kalacağını anlatıyor!] Ben, “İmtizâc”ın yerine “uyum”, “uyumlu” kullanılmasını öneriyorum! İsterseniz siz de başka karşılıklar bulabilirsiniz… Ben de bu nedenle, Haşim’in şiirlerini, asıllarını verdikten sonra günümüz diline uyarlarken, küflü sözcükleri kullanmamaya dikkat ettim. Doğru mu yaptım yanlış mı, bu ayrı bir tartışma konusu!) Öyle ise şair, dil işçisi olduğu, elindeki biricik malzeme ‘dil’ olduğu için onu kullanırken en ince ayrıntısına kadar düşünecek, tartıp biçecek dili öyle kullanarak bir ‘dil büyüsü’ oluşturacak. Onu şair kılacak başlangıç noktası burasıdır (Bakın, hakkınızı yemeyeyim; yazınızın en doğru bölümü burası!).Yoksa “yoğurdun serzenişi” dediğiniz zaman, bu iki sözcük ilk kez bir araya geliyor diye ‘şiir’ olmaz ama ‘saçma’ olur (Kendi uydurduğunuz bir tamlama mı bu? Kim, hangi yazısında söylemiş? Kusura bakmayın ama, şiir, şair açısından da, okur açısından da özneldir; öyle bir bağlam içinde kullanırsınız ki, saçma değil, bal gibi şiir olur! Neyin saçma, neyin şiir olduğunu kim belirleyecek, siz mi? Benbencilik, en kötü huylardan biri!) İşte “imtizaç”, yani sözcükler arasındaki uyum, uygunluk burada önem kazanıyor. Şair sözcükleri bir araya öyle getiriyor ki, o iki sözcüğü birbirinden ayıramazsınız, Yunus’un “Benim için yaşın yaşın ağlar mısın?” mısrasındakigibi… Gelin de bugün dolaşımda yok diye “yaşın yaşın”ı “gizli gizli” ya da “için için” ile değiştirin! (Değiştirmeyin kardeşim, size kim değiştirin diyor? “Yaşın yaşın”ı siz de kullanın, biz de sizden öğrenip kullanalım! Dahası Dîvân-ı Lûgati’t-Türk’teki şiir örneklerinde geçen ve bu gün dolaşımda olmayan sözcükleri de kullanın [bu dediğim şaka değil]; dilimiz size minnettar olur! Başkalarını eleştirin, ancak onlara karışmayın!)

Bütün bunları, Kemal Bek’in, Ahmet Hâşim’in şiirlerini “günümüz diline uyarlaması” nedeniyle söyledik. Şiir, yazıldığı dile bile çevrilemez. (Sonunda “saded”e geldiniz; bir daha ma’lûmu i’lâm!). Hatta (“hatta” mı, “hattâ” mı?) şairin bile yayımlandıktan sonra, kendi şiiri üzerinde tasarrufu sınırlıdır (Bir daha ma’lûmu i’lâm! “Şair kendi şiirini bile ancak sınırlı olarak değiştirebilir” deseniz, sözcükler daha az mı imtizaçlı oluyor? Şimdiki gençler “tasarruf”u “tutumluluk” olarak biliyor!) Oktay Rifat gibi büyük bir ustanın, “Karıma” şiirinin “Saadet bir çimendir bastığın yerde biter” dizesinde ‘Türkçeleştirme’ yaparak “saadet”i kaldırıp yerine “mutluluk”u koymasını hep garipsemişimdir (Garipsemeyin; siz de dizenin eski hâlini okuyun! Demek, “dil devrimi”nin amacını Oktay Rifat sizden daha doğru ve iyi anlamış!). Orada “lu-luk” sesleri beni hep rahatsız etmiştir (Size öyle geliyorsa öyledir! Ama beni hiç mi hiç rahatsız etmiyor. Buyrun bakalım! Şimdi ne olacak?), “saadet”in inceliğini bulamamışımdır (Bu ince sözcüğü “sa’âdet” şeklinde, hattâ eski harflerle yazmanızı salık veririm, haddim olmayarak! “Mutluluk”ta “sa’âdet”in inceliği var mı, ricâ ederim!).

Tanpınar, şiirin çevrilemeyeceğini, “ancak büyük bir şairin elinden” çıktığı takdirde çeviride şiirin yakalanabileceğini söyler ki, çok doğrudur (Bence de! Ama o zaman da buna “çeviri” değil, “esinlenerek yazılmış şiir” denir! Türk şiirinde Yahya Kemal’den Dıranas’a örnekleri pek boldur. Hem, “büyük şair” de ne demek? Tanpınar’a sormayacağımıza göre, bir yazınızda bunu siz açıklasanız da öğrensek! [“Büyük şair” lâfı gerçekten Tanpınar’ın mı, yoksa sizin aklınızda mı öyle kalmış? Kaynak vermemişsiniz de!]). Bu bakımdan Can Yücel’in çalışmalarına (Bu sözcüğü “çevirilerine” olarak anlıyorum; yoksa kendi “çalışmalarına” Can Yücel imzasını atardı.) “Türkçe söyleyen” diye imza atması çok yerindedir (Bence de! Ama kimileri de bu tutumu “Şekspîr’e ihânet” diye niteleyebilir; ne yapacaksınız, insanlar çeşit çeşit!). Shakespeare’i “Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,/ Seni yalnız komak var, o koyuyor adama” diye aktarırsa, elbette buna Türkçe söylemek denilecektir (Bence de! İyi ama, bu dizeler Şekspîr’in değil ki; Can Yücel’in! Benim anlamadığım, bütün bunları neden söylüyorsunuz?).

İmtizaç, Hâşim gibi büyük (?) bir şairin işçiliğinde de çok önemlidir. Bırakın bir sözcüğün yerine anlamdaşını koymayı, sözcüğün dize içindeki yerini değiştirmek bile şiiri katleder (Bir daha ma’lûmu i’lâm!). Elimde dört Hâşim kitabı var, Şerif Hulusi’ninki bütün şiirlerini kapsamıyor. Ötekiler ise “bugünkü dile çeviren” ve derleyen Asım Bezirci’nin, İnci Enginün ile Zeynep Kerman’ın hazırladığı kitaplar ve en son Kemal Bek’in kitabı (Bir de Çağrı yayınlarının, Sabahattin Çağın’ın eski yazı ve yazı çevirimiyle yayımladığı Hâşim kitapları var! Etti beş!). İnci Enginün ile Zeynep Kerman’ın hazırladığı kitapta, İ. Enginün imzalı 64 sayfalık bir inceleme var. Asım Bezirci beş sayfalık “Ahmet Haşim’in Şiirlerini Derlerken” başlıklı bir yazı kaleme almış, Kemal Bek’in ise “Ahmet Hâşim” başlıklı 22 sayfalık bir incelemesi bulunuyor.

Bezirci’nin kitabı daha iyi ([Bu satır, sanırım ara başlık] Elmayla armutu karıştırıyorsunuz! Bence bu konuda “en iyi kitap” daha yayımlanmadı!)

Kitapları hazırlayanlar farklı yaklaşımlar içinde (Elbet de öyle olacak; yoksa neden bu çalışmaları yapsınlar?): İnci Enginün-Zeynep Kerman ikilisi şiirleri almış, yayımlandıkları yeri belirtmişler, şiirlerdeki ufak tefek değişimleri göstermişler. Bezirci, ek olarak, şiirde geçen kimi sözcüklerin Türkçe karşılıklarını verdiği gibi, şiirleri bugünkü dile çevirmiş. Kemal Bek ise günümüz diline ‘uyarlamış’. Kemal Bek’in bir farkı da şiirleri ‘eski yazım’la aktarması. Sözgelimi “Ağaç” şiirini nasıl uyarladığına bakalım. Şiirin özgün hali şöyle: “Gün bitdi. Ağaçta neş’e söndü./ Dallar âteş oldu, kuş da yâkut./ Yaprakla kuşun parıltısından/ Havzın suyu erguvâna döndü.” Kemal Bek, bu şiirin hiçbir sözcüğünü değiştirmemiş. Sadece sözcüklerden şapkaları kaldırmış, “bitdi”yi “bitti”, “havzın”ı “havuzun” yaparak günümüz diline uyarlamış (Eeee, ne yapsaydı yâni?). Bezirci aynı şiiri olduğu gibi aktarmış [Eee, ne olacak?]).

Kemal Bek’le Asım Bezirci’nin “Ölmek” şiirinin ilk kıtasının ilk ve son dizelerini nasıl aktardıklarına da bakalım. Kemal Bek: “Kaderin yüce Sina’sının doruğuna yükselerek/…/ Hayal kırıklığının bildik üzüntüsünün çukuruna”; Asım Bezirci: “Üzüntü Sina’sının en yüksek tepesine yükselerek/…/ Hayal kırıklığının acıyı tanıyan boşluğuna …” diye aktarmış. Bezirci ilk dizede ince ünlülere, son dizede kalın ünlülere yoğunlaşarak dizelerin akıcılığına katkıda bulunmuş bence(Demek, bir dizede ince ünlülere, bir sonraki dizede kalın ünlülere yoğunlaşınca, dizelerin akıcılığına katkıda bulunmuş olunuyor!  Ben dil uyarlamamda şiirin âhengini de yansıtacağımı söylemedim ki! Bu, hiç kimsenin elinde değildir. Mâlûm, şiir kendi diline bile çevrilemez! Yalnızca genç okurların şiiri daha iyi anlamasını sağlamaya çalıştım; başardım mı, tartışılır!) Bu nedenle Türk dili ve edebiyatı eğitimi almamışlar için Bezirci’nin kitabı çok daha iyi bir başvuru eseridir (Ne yapalım, Bayıldıran öyle deyip raconu kesiyorsa, boynumuz kıldan ince!)

Edebiyat fakültesinde okumamış kişilerin Enginün-Kerman kitabından yeterince yararlanabileceklerini sanmıyorum. (Ben de şiire meraklı, akıllı ve iyi yetişmiş bir “günümüz genci”nin yararlanabileceğini sanıyorum. Ötekiler zâten şiir okumaz!) Elbette ki gönül, şiir severlerin kimi sözcükleri öğrenerek ‘bugünkü dile aktarma’lara ihtiyaç duymamalarını ister (Yâni şiirsever gençlerin bu ihtiyacı duymamaları için ilköğretim okullarına ve liselere yeniden Osmanlıca dersleri konmalı, ne dersiniz? Başka işi olmayan çocuklar, Ferit Devellioğlu’nun sözlüğünü ezberlesinler, öyle mi? Kazâ ile eğitim bakanı olursanız, akıntıya kürek çekip, uygulayın bu düşünceyi! Cumhuriyet tarihinde böyle antikalıklara girişilmedi de değil!). Ama Cumhuriyet’le getirilen o büyük kopuşu (Yargınızdan ne kadar eminsiniz! Sizin “o büyük kopuş” dediğiniz, bence “Türkçe’nin aslına dönüşü”nün başlangıcıdır! Buna ne buyrulur?)  yok sayamayacağımız da bir gerçek (Hah şöyleeee. Sayamazsınız ki zâten!). Bu durumda ‘şiiri katletme(Keşke “daha anlaşılır kılma” deseydiniz!) pahasına’ bugünkü dile aktarma sürmek zorunda(Sizden de bekliyoruz!). Elbette değil bir şairin, bir şiir severin (şiirseverin) de o ürünleri aslından okuyup oradaki şiirselliği duyumsamasını gönül çok arzular (Çok doğru da “hissetmesini” dururken “duyumsamasını” ne âlâka? Hele sözcükteki imtizâçsız “msa” sesleri yok mu!). Çünkü Hâşim, şiirimizde modernizmin kapısını aralayan ilk şairdir (Aralamak ne demek; ardına kadar açmış.) Okuru üçüncü boyut olarak aldığı (Bu da ne demek?) içindir ki, dil konusunda Yahya Kemal’e göre daha dezavantajlı (Bakın, bu Fransızca sözcüğe Osmanlıca bir karşılık bulmak gerek! Hadi, davranın!) olduğu halde, okurlar tarafından daha çok sevildiği gibi (Kim demiş, nereden biliyorsunuz; sormaca mı [anket mi] yaptınız? Ya okurlardan biri, söz gelimi Kemal Bek, çıkar da, “Hayır, ben ikisini de sevmiyorum; benim sevdiğim şairler Ziyâ Gökalp’la Mehmed Emin Yurdakul’dur,” derse?!); Hâşim şairlerimizin kılcal damarlarına (Bu ne demek? Anladığım anlamdaysa, “kılcal damarlar” az gelir, “atomlarına” demelisiniz!) sızarken (?), Yahya Kemal’in etkisi Türkçe konusundan ileri gidememiştir (Cümlenin anlamı net değil; ama elmayla armudu karşılaştırmayın. Yahya Kemal yapacağını, Eski Şiirin Rüzgâriyle kitabında yapmış zâten! Sizin Hâşim’i okurken yaptığınız gibi, Yahya Kemal’i okurken mest olan kimseler de vardır kesinlikle!)Hâşim’den önceki şiir ‘açık uçlu’ değildi (Ne yâni, suç mu?). Sözgelimi, Fikret’in bir dörtlüğünden farklı kişiler aynı şeyi anlardı (…dı; şimdi “farklı kişiler aynı şey”i anlamıyor mu?). Oysa Hâşim’in ufku açık şiiri, okurun imgelemce, kültürce kendisini şiire katmasını sağlıyor (E, doğal; çünkü Fikret “Parnasçılardan” yararlanmıştı; Hâşim’se izlenimcilerden yararlandı da ondan [Kusura bakmayın, “den” “dan”lar arka arkaya geldi! Türkçe’nin imtizaçsızlığı işte!]. Ama üzülmeyin, her kör satıcının bir kör alıcısı vardır. Belki kitabın giriş yazısını dikkatli okumadınız; bunları söyledim ben de!). Enginün, Hâşim için “Türk edebiyatının önde gelen şairlerinden”, Bezirci “Türk edebiyatının seçkin birkaç şairinden biri”, Kemal Bek “Günümüz şiirini hazırlayan şairlerin başında gelen şair” gibi ‘kaçamak’ ifadeler kullansalar da (Sizden korktukları için “kaçamak” ifadeler kullanıyor olsalar gerek! Bir sizden, bir de “üstâd tarihçi”den!), Şeyh Galip’ten sonra şiir yazanlar içinde ‘şiir’i yakalayan ilk kişidir Ahmet Hâşim (Hâşim ötekilerden daha atik ve çevikmiş her hâlde! Kardeşim bu formülleştirmeler, kesinlemeler bir eleştirmene yakışıyor mu? Bu cümlenizden Şeyh Galip”i çıkarıp yerine “Fuzuli”yi koysanız ne değişir ki?).

FECR-İ âTİCİ Mİ? (Not: Â yazmak için kılavyenin “alt” adlı tuşuna basıp 182 yazın)

Benim bir itirazım da Hâşim’in Fecr-i Âtici (“Âtî’ci” olmasın?) sayılmasınadır (Sayılsa ne olur, sayılmasa ne olur? Neden bunun dert ediyorsunuz?). Bir kez Fecr-i Âti diye bir topluluk/akım yok ki, Hâşim o topluluğa mensup olsun! Birkaç genç “Şiir şahsi ve muhteremdir” diye bir manifesto yayımlayınca yeni bir topluluk, bir akım mı doğmuş oluyor (Haklısınız da, benim incelememle “ne âlâka”? İncelememde söylemediğim şeyleri söylediğimi ima ve bana iftirâ ediyorsunuz!)? O zaman günümüzde kırk topluluk var, çünkü her yıl bir ‘manifesto’ yayımlayan kişilerle karşılaşıyoruz. Üçüncü Yeni’den Soylu Şiir’e, oradan Neoepik Şiir’e kadar bir sürü ‘manifesto’ yayımlandı. Önce şair olunacak ki bir akım/topluluk oluşsun. Fecr-i Âti manifestosunun altında imzası olanlar içinde –Ahmet Hâşim’in imzası yoktur o manifestonun altında- ‘şair’ olan kim var? Fecr-i Âti, “bizim de ekollerimiz var” diyerek Batı karşısında duyulan aşağılık duygusunu tatmin etmekten başka bir şey değil (Evet, Hâşim de zâten bir iki oturum dışında Fecr-i Âtî toplantılarına katılmamış. Evet, bilgilisiniz de, benim incelememle “kel [!] âlâka”? Benim “Hâşim’i Fecr-i Âtî’ci saydığım” izlenimini yaratmaya ne hakkınız var?).

Kemal Bek, Hâşim’in Araplığını da sorun olarak işlemiş. (Uydurmayın da “Ahmed Hâşim” başlıklı giriş yazımı yeniden okuyun. Sorun olarak falan işlemedim Hâşim’in Araplığını. Zamanında sorun hâline getirildiğine değindim. Onun Arapça bir tek dize yazmadığını da belirttim. Benim ölçütüme göre, bir kaç Türkçe dizesi dışında, Mevlânâ da bir Fars şairidir! Yazımı anlayarak, doğru dürüst okusaydınız, “Bu herif de nereden çıktı” acûlluğuyla kılavyeye sarılmasaydınız, bu son bölümcüğü [paragraf] yazmazdınız!) Bu ‘sorun’un aşılması gerekir artık(Aşın kardeşim! Sizden başka kimse de sorun etmiyor zâten!) Fransızca hazırlanan bir Türk şiiri antolojisi üzerine Peyami Safa, “Antolojiye Hâşim’i niye almışlar ki, o Türk değil, Arap’tır” mealinde (Nesinde?) bir yazı yazar. Haydi, Peyami Safa bir Hitler hayranıdır, böyle diyebilir; günümüzde bu neden sorun oluyor? (Bu sorunuzla birlikte, bilgisayarım değil ama aklım kilitlendi; bir eleştirmen, gençler için yazılmış yirmi iki sayfalık bir yazıyı okuyup da bu kadar mı anlamaz ki böyle sorular sorar? Bu kadar mı Kemal Bek’i imâ yoluyla “Hitler hayranı Peyami Safa”ya benzetir!! Yazınızın bu bölümü, “hızlı yazarlık kurslarının eleştirmenlik dalı”nda örnek metin olarak okutulsa, sezâdır!) Bir edibin kimliği, kullandığı dildir (Doğru! Mâlûmu ilâm!). Yoksa Mehmet Âkif’i, V.B. Bayrıl’ı Arnavutlara mı vereceğiz? (Hayır!) Ömer Seyfettin Çerkez mi? Ya Cemal Süreya? (Hayır, hepsi, az sonra sizin de söyleyeceğiniz gibi, Türkçe’nin şairidir, yazarıdır! [Bu yazar ve şairlere Kemal Bek’i de ekleyebilirsiniz; anam Yörük, babam Çerkes’tir!]) Artık bunları aşmamız gerekir (Aşın kardeşim, sizi tutan mı var?). Hâşim Türkçenin şairidir; keşke ‘insanlığın’ şairidir diyebilseydik (Deyin kardeşim, yasak mı? Ben diyorum meselâ; evet, Hâşim ve bütün şairler “insanlığın şairidir!” [ama müteşairler değil]; dahası, bütün sanatçılar da “insanlığın sanatçısı”dır!), bir Baudelaire, bir Shakespeare gibi… (Evet bunlar da… Siz bile… Ben bile…)