Feyza Hepçilingirler’le

ÜÇ DEĞİNME

Feyza Hepçilingirler’in tartışmalara yol açan Türkçe “Off” kitabını (Remzi Kitabevi, İstanbul, ilk bas. 1997), neden bilmem, ilk yayımlandığında okumamıştım. Elimdeki,  10. basım (1999). Kitabın böylesine ilgi çekmesi, dil konularına meraklı olan ve Türk dilinin her bakımdan bir açmaza girmek üzere olduğundan yakınanlar için kıvanç verici bir olgu. Hepçilingirler’in bu kitabındaki yazılarda son derece önemli konulara değindiğini söyleyebilirim; kitabın üniversitelerin Türk dili derslerinde yardımcı kaynak olarak kullanılmasının yararlı olacağını da eklemeliyim.

Ancak, yazarın bütün değinmelerine katılmam da söz konusu değil. Bu yazıda, katılmadığım üç konu üzerinde duracağım. Bunlardan biri, kimi sözcüklerin ayrı mı bitişik mi yazılacağı; ikincisi, yazarın deyişiyle “nispet i”leri; üçüncüsü de yazarın, Türkçe’de sözcüklerin okunduğu gibi yazılması ve yazıldığı gibi okunması kuralını “kuyruklu bir yalan” olarak nitelemesi konusu…

“Bu gün” / “bugün” ayrımı

Yazar, “Ayrı mı, Bitişik mi?” başlıklı yazısında (s. 156-158) “ÖSYM ile TDK arasında, kimi sözcüklerin, daha çok bileşik sözcüklerin, yazımıyla ilgili bir karışıklık varmış. TDK’nin kabul ettiğini ÖSYM, ÖSYM’nin kabul ettiğini TDK yanlış kabul ediyormuş,” diyerek, özellikle biz öğretmenlerin yıllardır yakındığımız bir konuya el atıyor. Doğrudur; harf devrimi yapılalı yetmiş üç yıl geçti, ulus olarak hâlâ klasik yazarlarımızın adlarının yazımında bile uzlaşamadık: Abdülhak Hâmid mi, Abdülhak Hamid mi, Aptülhak Hâmid mi, Aptülhak Hamit mi ya da Hâlide Edib mi, Halide Edib mi, Halide Edip mi ya da Hâlid Ziyâ mı, Halid Ziya mı, Hâlit Ziyâ mı, Halit Ziya mı ya da Sait Fâik mi, Sait Faik mi ya da Nâzım Hikmet mi, Nazım Hikmet mi yazalım; beğen beğen seç! Neyse, bu konuyu, “kuyruklu bir yalan”a değindiğimizde ele alalım.

Yazar, yazısının bir yerinde, “devlet dairesi” durumundaki TDK’nın “ortaöğretim”, “bugün”, “milletvekili”, “buzdolabı”, “ilkbahar” gibi sözcüklerin ayrı yazılması ilkesini kabul ettiğini söylüyor1 ve şöyle sürdürüyor yazısını: «Dil mantıktır. Bu sözcüklere “bileşik sözcük” diyorsanız (ki öyledir) bu sözcükler kimyadaki gibi bir çeşit tepkimeye girmiş, bileşmiş, ve artık tek bir sözcük olmuştur. Bunlara “sözcük” diyorsanız, zaten bu mantığı kabul etmiş oluyorsunuz; çünkü ayrı ayrı yazıldığında bunlar “sözcük” değil, iki sözcükten oluşmuş “söz”ler olur. “Bu gün” biçiminde yazdığınız şey bir sözdür, “bu” diye gösterdiğiniz bir “gün”ün varlığına işaret eder. İçinde bulunduğunuz 24 saati kastediyorsanız o artık gösterilen bir gün olmaktan çıkmış, tek bir kavramın adı olmuştur. İngilizcedeki “today”, Fransızcadaki “aujourd’hui” gibi, “bugün”. Yan yana gelen sözcükler kaç tane olursa olsun, karşıladıkları kavramlar tekse, o artık tek bir sözcüktür, asla iki ayrı sözcük gibi düşünülemez. Nasıl “pencere” sözcüğünü “pen” ve “cere” diye iki ayrı sözcük gibi yazamazsanız, “buz” ve “dolabı” diye de yazamazsınız, “ilk” ve “bahar” diye de.» (157)

“Ortaöğretim”, “milletvekili”, “buzdolabı”, “ilkbahar” gibi sözcüklerin birleşik yazılacağı konusunda diyecek yok; bu tür sözcükler, yazarın da belirttiği gibi, tek bir varlığın ya da kavramın adı olduğundan elbet de birleşik yazılmalıdır. Benim üzerinde durmak istediğim, “bugün” ve “bu gün” konusunda herkesin ve bütün yazım kılavuzlarının bir “inak” (nas, dogma) gibi yineleyip durduğu açıklama.

“Bugün” yazıldığında “içinde bulunulan 24 saati saati”, “bu gün” yazıldığında da “bu” diye gösterdiğimiz “her hangi bir gün”ü kastettiğimiz de nereden çıkarılıyor, anlamış değilim! Bu ayrıma, örneğin “ilk okul” ve “ilkokul” yazımlarında aklım eriyor çok şükür; kafamda şöyle somutlaştırıyorum: Üzerinde iki geçeli bir kaç okul bulunan bir yol düşünüyorum ve diyorum ki,  yol soran birine bu okullardan bana en yakın olanın yakınında bulunan bir evin yerini tanımlamak için, “Sağdaki ilk okulu geçtikten sonra, ikinci ev…” derim; bu cümleyi yazarsam da, “ilk okul” diye yazarım; böylece derdimi bir sıfat tamlaması kurarak anlatmış olurum. Öğretim düzeyinden söz ediyorsam, o zaman örneğin “Ancak ilkokulu bitirebilmiş…” diye, bir sıfat ve bir addan oluşan tek bir sözcük olarak yazarım; çünkü bu durumda sıralamada “ilk” olan bir varlıktan değil, “bir öğretim / öğrenim düzeyi”nden söz ediyorum.

Peki, ağabeyimin Ankara’dan “içinde bulunduğumuz gün”de geleceğini bildirmek için, “Ağabeyim Ankara’dan bu gün gelecek,” diye yazsam, ne anlaşılır; “Ağabeyim Ankara’dan bugün gelecek,” diye yazsam ne anlaşılır? Bana sorarsanız, her ikisinden de ağabeyimin “içinde bulunduğumuz günde geleceği” anlaşılır. Her ikisi de, işaret sıfatı “bu” ile “gün” adından oluşan “sıfat tamlaması”dır. “Bu gün” yazımını, iki yazım arasında ayrım bulunduğunu söyleyenlerin mantığıyla nasıl bir cümlede kullanabilirim diye düşünüyorum, aklıma, “17 Ağustos 1999; Marmara bölgesi bu gün büyük bir depremle sarsılmıştı,” türünden cümlelerden başka örnek gelmiyor (aslında, bu cümlede “bu gün” değil, “o gün” demek gerekir; çünkü geçmişte kalmıştır o gün). Bu cümledeki düşünceyi de, “Marmara bölgesi, 17 Ağustos 1999’da büyük bir depremle sarsılmıştı,” gibi bir cümleyle anlatamaz mıyız?

Diyelim ki, “bugün”-”bu gün” ayrımı yapılması gereklidir ve buna uyulmazsa anlam karışıklığına yol açılmış olur. O zaman içinde bulunduğumuz ânı, sâniyeyi, dakikayı, haftayı, ay’ı, yılı, yüzyılı ve binyılı belirtmek için neden “buan”, “busâniye”, “budakika”, “buhafta”, “buay”, “buyıl”, “buyüzyıl” ve “bubinyıl” diye yazmıyoruz da; “bu an”, “bu sâniye”, “bu dakika”, “bu hafta”, “bu ay”, “bu yıl”, “bu yüzyıl” ve “bu binyıl” diye yazıyoruz? Böyle yazdığımıza göre, demek anlam karışıklığı olmuyor; ama “içinde bulunduğumuz günü” belirtmek için “bu gün” yazarsak anlam karışıklığı doğduğundan, yanlış oluyor! Yazarın deyişiyle “Dil mantıktır,” doğru; ama bu mantık “bu gün” konusunda işlemiyor demek!

Bana göre, “bugün” ve “bu gün” ayrımı yanlıştır; yalnızca “bu gün”, düşüncemizi anlatmak için yeterlidir; çünkü bu söz kümesi “tek bir sözcük” değil, “iki sözcükten oluşan bir sıfat tamlaması”dır. İngilizcedeki “today”, Fransızcadaki “aujourd’hui” ise beni zerre kadar ilgilendirmiyor; yazar bu örnekleri neden vermiş, anlaşılmıyor! Farsça’dan aldığımız “pencere” sözcüğünü “pen” ve “cere” olarak yazamayız elbet de; bildiğim kadarıyla, “pencere” tek bir sözcüktür.

“Nispet i”si

Hepçilingirler aynı yazısının son bölümcesinde şunları yazıyor: «Arapçanın şu “nispet i”lerine2 de pek meraklıdırlar. Coğrafî, iktisadî diye yazacakmışız. Niye yazalım? Eğer ünlülerin uzun okunacağını bu işâreti kullanarak göstermek zorundaysak, önceki hecelere de işaret koymamız gerek; çünkü asıl uzun okunanlar onlar. Şöyle yazmaya ne dersiniz?3 “Coğrâfî, iktisâdî”4 Hatta5 bir nota sistemi geliştirip her hecenin üstüne nasıl okunacağının işaretini koyalım. Daha iyisi de var. Önerime bayılacaklar. “Üstün”lere, “esre”lere, “ötre”lere ne derler acaba? Bunun için Arap alfabesine mi dönmek gerekiyor? Onların da “asıl” istedikleri bu değil mi zaten?»

Doğrusu, yazarın “onlar” diye andığı, bölümcenin sonunda da dalgasını geçip suçladığı kimselerden değilim, ama yine de alındım bu sözlerinden; çünkü, “Arapça’nın şu ‘nispet i’leri”ne ben de “pek meraklı”yım ve yazarın yanlış mantığının vardığı sonucun tersine, Türk abecesinin Türk dilinin seslerine en uygun abece olduğunu biliyorum, “Arap alfabesine dönmek” isteğim de yok.

Yazar, «Coğrafî, iktisadî diye yazacakmışız. Niye yazalım?» diye soruyor ve haklı olarak «Eğer ünlülerin uzun okunacağını bu işâreti kullanarak göstermek zorundaysak, önceki hecelere de işaret koymamız gerek; çünkü asıl uzun okunanlar onlar.» diye ekliyor; haklı, çünkü, “coğrafî” ve “iktisadî” sözcükleri, kendilerini sıfat yapan –î eki uzun okunduğuna ve ilkinin ikinci, ikincisinin de üçüncü hecesi uzun okunması gerektiğine göre, “coğrafî” ve “iktisadî” yazmak yanlıştır. Yazar sonra da, «Şöyle yazmaya ne dersiniz? “Coğrâfî, iktisâdî”» diyerek doğru olan yazımı gösteriyor.

Gerçekten de, dillerin kendilerine özgü uyumu, eski deyişle âhengi sağlayan öğelerden biri de seslerin değerleridir. Bilindiği gibi Türkçe’de uzun sesli içeren hece yoktur; “âbi” gibi sözcüklerde görülen uzun seslilerin dilin mantığıyla bağlantılı olarak birer açıklaması vardır. Örneğin Türkçe’de “g” sesinin yumuşamasıyla oluşan “ğ” sesi düşmeye eğilimlidir, ama düşerken de, kendisinden önceki seslinin uzamasına yol açar. Seksen beş yaşındaki annem, “Yemeğin yağı” değil, “Yemeğin yâsı” der. Bu örnekte, “ğ” düşerken zorunlu olarak “a”nın “â” biçiminde uzamasına yol açmaktadır. “Ağabey” sözcüğü de, ağabey>ağabî>ağabi aşamalarından geçerek “âbi” biçimini almıştır. Ama anlatılardaki konuşmalar dışında bu sözcüğü “abi” olarak değil “ağabey” olarak yazmak gerekir; çünkü bu sözcüğün Türk dilinin standardındaki biçimi budur. Bir başka deyişle, uzun sesli içeren sözcüklerin tümü ya Arapça ya da Farsça’dan alınmıştır.

Demek, Türkçe’de yabancı asıllı da olsa, uzun söylenen heceler vardır; ama kimi yazarlarla dilciler, türlü nedenlerle ^ imini kullanmak istemiyorlar. O zaman yapılacak olan şudur: Ya uzun sesli içeren yabancı asıllı sözcükleri kişisel ve ulusal dilimizden atıp yerlerine Türkçelerini kullanacağız; ya da (bunları kullanmaktan kaçınamıyorsak) ağzımızdan çıktığı gibi, uzun seslerini belirterek yazacağız (yazarımızın sandığının tersine Türkçe’nin belirleyici özelliklerinden biri olan “söylendiği gibi yazma” kuralına uyarak). Çünkü, uzun ve kısa hecelerin ses değerleri ayrıdır; “mânâ”nın iki hecesinin ses değeriyle “ormana”nın son iki hecesinin ses değeri aynı mıdır? Söylenirken aynı değilse, yazımlarının da aynı olmaması gerekir; çünkü, «Dil mantıktır.» Bu ayrım yalnızca “hâlâ” ve “hala” gibi birbirine karışabilecek sözcükler6 için değil, tüm sözcükler için gereklidir.

O zaman, elbet de “coğrâfî”, “iktisâdî” diye yazmamız gerekir; yoksa uzgöreç ve uzduyaç [radyo ve televizyon] konuşmanları ellerine verilen metinlerde geçen, örneğin “Kâzım İsmail Gürkan” caddesinin adındaki “kâzım”ı, “kazım” (benim kaz+ım) diye okumayı sürdürecekler; yazım kılavuzu ve sözlük yazarları da, kılavuzlarına ve sözlüklerine almak zorunda kaldıkları tüm uzun sesli içeren Arapça ve Farsça asıllı sözcüklerin yanına ayraç içinde “a uzun okunur, u uzun okunur, i uzun okunur” diye notlar koymak zorunda kalacaklardır. O zaman da, genç okurlar Reşat Nuri, Sait Fâik gibi yazarları okurken, sözcüklerin nasıl okunduğuna bakmak için kılavuza, sözlüğe başvuracaklardır! Çünkü bu tür sözcüklerin sayısı (tek tek saymadım ama) binlercedir. Bu arada, örneğin “katil” sözcüğünü, “öldüren” anlamında kullandığımızda “kâtil” yazarsak, “ka”nın “ke” okunabileceğini söyleyerek ^ kullanılmasına karşı çıkanlar da vardır; doğru… Ama bu tür sözcüklerin sayısı, devede kulaktır. Bunun çözümü de, örneğin “kâtil”in Türkçesinin kullanılmasıdır: “öldürmen”; öğreten, “öğretmen”se; “öldüren” de “öldürmen”dir. İlle de kullanmak zorundaysak, ya “kātil”, ya da 80’li yıllara dek olduğu gibi “kaatil” biçiminde yazmamız gerekir. (Ama “cânî” [can alan, cana kast eden] sözcüğünün yerine de “öldürmen” diyemeyeceğimize göre7, bu sözcüğün doğru okunması için, “cânî” olarak yazmak zorundayız. Yoksa, “canikom”un ilk iki hecesi değerinde okumak zorunda kalırız!)

Ama yazar, istemeden de olsa vardığı bu doğru sonucu, kendi kendisine karşı çıkmış olmamak için, alaya alıyor, “her hecenin üstüne konacak nota işaretleri”nden, “üstün”lerden, “esre”lerden, “ötre”lerden söz edip, “Bunun için Arap alfabesine mi dönmek gerekiyor?” sorusunu patlatıyor; demek “coğrâfî”, “iktisâdî” yazalım diyenler (bunlar arasında ben de varım!) dil ve harf devrimlerine karşı çıkıyorlar, “yeni yazıyı bırakıp eski yazıyı kullanalım” demeye vardırıyorlar işi! Yukarda söylediklerimizin nota sistemiyle, üstünle, esreyle, ötreyle, Arap abecesiyle ne ilgisi var? Buna, “mantık” değil, “olmayana ergi” yöntemi denir!

İşin garibi, Hepçilingirler “Şapkalar Kalktı mı?” başlıklı yazısında (162-163), “Ayrı mı, Bitişik mi?” başlıklı yazısındakinin tersine bir tutumla, bu kez ^ imini canla başla savunuyor! Bir koşulla; bu im, örneğin “kar” ve “kâr” gibi birbirine karışabilecek (!) sözcüklerde kullanılmalıymış! Üstelik bu karışmaya, uydurduğu bir öyküyle örnek de veriyor: «Sınıfına gelen ve “Şapkalar kalktı.” diye yırtınan müfettişe şu cümleyi [^ imsiz olarak] yazmasını söylemiş öğretmen: “Karınızı bana verir misiniz?”» Hangi müfettiş “şapkalar kalktı” diye “yırtınır” ki? Yanlış anlaşılmasın, ben de bu tür sözcüklerde ^ imi kullanılmasını savunuyorum; ama yalnızca bunlarda değil, uzun sesli içeren bütün sözcüklerde de; “askerî”de de, “kâtip”te de vb. İmzamda değişiklik yapmaktan çekinmesem, “kemâl”de de…

Söylendiği gibi yazmak…

Yazar, “Şiar Yalçın ve Yanlışları” başlıklı yazısında (159-161) da, Şiar Yalçın’ın gazetedeki sütununda yanlış yazılıp söylenen kimi sözcüklerin listesini verdiğini belirttikten sonra şunları söylüyor: «Bu altı Türkçe sözcükten biri de “öge” sözcüğü ve bu sözcükle ilgili “öge-> yanlış / öğe-> doğru” dedikten sonra bir de not eklemiş Şiar Yalçın: “Öztürkçeciler  kesin karar versinler!” Hem kendisini “öztürkçeciler”den ayıran hem de onları incitmemeye özen gösteren hoş bir sitem; (…) “Öğe” sözcüğüne gelince, böyle yazılır ve “öge” diye okunur. Bu kadar! Görüldüğü gibi pek karışık bir durum yok ortada. Karşı çıkmak isterseniz “Hani Türkçede sözcükler yazıldığı gibi okunur, okunduğu gibi yazılırdı!” diyebilirsiniz yalnızca; ben de size bunun kuyruklu bir yalan olduğunu söylerim.»

Yazar “aynen” böyle söylüyor! “Türkçede sözcükler yazıldığı gibi okunur, okunduğu gibi yazılır” kuralının geçerli olduğuna inandığım ve bu kuralı savunduğum için, yazar tarafından “kuyruklu yalan”cı durumuna düşürüldüğümü düşünerek, buna da alındım doğrusu!

“Okunduğu gibi yazılmak, yazıldığı gibi okunmak” ne demek, bunu bir az irdelemek gerekiyor: Türkçe; İngilizce, Fransızca, İspanyolca gibi dillerden farklı bir dildir. İngilizce’den bir örnek vereyim. Bu dilde “one” yazarsınız; standart okunuş olarak “van” diye okursunuz. Ama sakın içinde o-n-e seslerini gördüğünüz her heceyi “van” diye seslendirmeyin, çünkü başka bir türlü de okunabilir bu hece; örneğin, içinde o-n-e sesleri bulunan “alone” sözcüğü, “elvan” diye değil, standart seslendirmede “alôn” (kimilerince de “ılôn”) diye okunur. Yine örneğin, “gigantic” sözcüğündeki g’lerden (nedense) ilki “c”, ikincisi “g” olarak seslendirilir: “cigentik”. Yine örneğin, “cyborg” sözcüğündeki y sesi, “ay-” diye seslendirilir: “sayborg”; ama “sexy” sözcüğündeki y, açıkça “i” okunur: “seksi”8. Örneğin “fire” sözcüğündeki i, “ay” diye seslendirildiği (“fayr”) halde, “first” sözcüğündeki i, “ö” diye seslendirilir: “först”. Örnekleri uzatmanın anlamı yok; işte bu nedenle İngilizce, “yazıldığı gibi okunmayan, okunduğu gibi yazılmayan” bir dile en güzel örnektir.

İngilizce’nin bu özelliğinin nedenini, bundan yakınan İngiliz dilcisi C. N. Wrenn şöyle açıklamaktadır: «İngilizce’nin en göze çarpan özelliği, yazımla (imlâ) sesletim (söyleyiş, telâffuz) arasındaki büyük farktır. Tarih boyunca İngilizce’de sözcüklerin en doğru biçimde okunmasını sağlayacak yazımı bulmaya çalışan yazmanlar [el yazmalarını temize çekenler], matbaacılar ve bilinç reformcuları gelip geçtiler.  Ama söyleyiş her zaman yazımdan daha çabuk değişti ve [matbaanın ortaya çıktığı] son zamanlarda basımcılar sözcüklerin yazımında belli standartlarda uzlaştılar ve sesletimi kendi akışına bıraktılar.» 9 İşte bu nedenle, sözcüklerin doğru sesletilmesi için İngiltere’de, Amerika’da ve öteki ülkelerde hangi harflerin nasıl sesletileceğini gösteren “sesletim simgeleri” kullanılmaya başlanmıştır; sonunda da International Phonetic Association adlı kuruluşun yetkesi altında bu simgeler bir standarda kavuşturulmuştur. Bence, “batı dilleri”nin en zayıf yanlarından biri de bu durumdur!

Hepçilingirler’e soralım: Türkçe’de böyle bir durum söz konusu mudur; Türkçe’de “lastik” yazılıp “kauçuk” okunan tek bir sözcük var mıdır?

Harf devrimi yapıldığı sırada, Türkiye’de basımevleri vardı; bu nedenle sözlü dilin basılı dilden çok daha hızlı değişmesi durumu; dolayısıyla da “basımcıların sözcüklerin yazımında belli standartlarda uzlaşmaları ve sesletimi kendi akışına bırakmaları” söz konusu bile değildir. Bir başka deyişle, Türkçe’nin “yazıldığı gibi okunmayan; okunduğu gibi yazılmayan” bir dil olması için, tarihi içinde somut koşullar oluşmamıştır. Türkçe’de hiç bir zaman “lastik” yazılıp “kauçuk” okunmaz!

Hepçilingirler şimdi, «İyi ama, “bir tane” yazıp “bi tane” diye okumuyor muyuz, “geliyor” yazıp “geliyo” okumuyor muyuz?» diye sormasın sakın. Özellikle TRT’den yetişen radyo ve televizyon konuşmanlarının, görev aldıkları konuşman yetiştirme kurslarında yineleyip durdukları bu düşünceler yanlıştır! Hayır, “bir tane” yazıp “bi tane” diye okumuyoruz; “geliyor” yazıp “geliyo” diye okumuyoruz! “Bir tane” yazıyorsak, “bir tane” diye okuyoruz; “bi tane” olarak okumak için, “bi tane” diye yazılmış olması gerekir! Hepçilingirler, bir oyunda karşılıklı konuşmada gördüğü “abicim” sözcüğünü “ağabeyciğim” diye mi okuyor?

Türkçe’nin güçlü yanlarından biridir bu özellik; okuma yazma öğrenmeyi de kolaylaştırır. Türkçe’de, İngilizce’de ve Fransızca’da cilt cilt yazılan ve doğru okunuşu gösteren “usage” sözlüklerinin yazılmasına gerek duyulmamasının nedeni de budur.

Gelelim “öğe” sözcüğüne; bu sözcüğün aslı “öge”dir, doğru. Ama yüzyıllar içinde g sessizi, ö ve e seslileri arasında yumuşayarak ğ’ye dönüşmüştür: öge > öğe. “Öğe”yi “öge” okuyan bir ilkokul öğrencisine öğretmeninin “Âferin!” diyeceğini mi sanıyorsunuz?

Sözün kısası, kesinlemelere gitmeden önce bir az düşünelim!

NOTLAR

1 Yeni [!] TDK’nın Yazım Kılavuzu’ndaki, Türkçe Sözlük’ündeki yanlışları sergilemek uğrunda şişe şişe yazıcı mürekkebi tüketen Yusuf Çotuksöken dostumun kulakları çınlasın! (Bk. Y.Çotuksöken, Bir Dilcinin Günlüğünden – Okul Sözlüğü’nün Eleştirisi, 1996).

2 Yazarın “nispet i”leri diye sözünü ettiği Farsça ek, Osmanlıca’da -î olarak söylenen ektir; eklendiği sözcükleri, asker > askerî örneğinde olduğu gibi, sıfat yapar. Bildiğim kadarıyla tek biçimi olan bu ekten çoğul olarak söz etmek doğru mudur?

3 Neden ?  yerine : kullanılmamış?

4 Sonda , (virgül) yok mu?

5 Hatta mı, hattâ mı? Hani hala ve hâlâ’nın karışmaması için, ikincisi ^’lı (düzeltme imli) yazılıyordu ya; imsiz yazılırsa “dahası” anlamına gelen hattâ ile “çizgide” anlamına gelen hatta birbirine karışmıyor mu?

6 Bu sözcüklerin birbirine nasıl karışabileceğini de hâlâ anlamış değilim. Bir arkadaşımla bu konudan söz ederken, «İyi ama, “Hala gelmedi” yazarsak “hala”nın özne mi zaman zarfı mı olduğunu nasıl anlayacağız?» diye sordu. Ben de, «Zaman zarfıysa, gelmeyenden zâten bir önceki cümlede söz edilmiştir; “Babamı merak ediyorum. Hala gelmedi” cümlesinde, “hala”nın “babanın kız kardeşi” olarak anlaşılması olasılığı var mı? Hem sonra, “babanın kız kardeşi” olan “hala” gelmediyse, “Halam gelmedi”, “Halan gelmedi” ya da “Halası gelmedi” demez miyiz? Dolayısıyla “hala” ve “hâlâ” birbirine karışmaz,» diye yanıt verdim. Düşündü, “Haklısın,” dedi. “Hâlâ”yı, “hala”yla karışabileceği için değil, ses değerleri farklı olduğu için “â” ile yazmak gerekir.

7 Aslında “aşırı öztürkçecilik”le (?) suçlanmayacağımı (!) bilsem, cânî yerine de öldürgen sözcüğünü önerirdim; çünkü -gen eki, anlam olarak -en ekinin abartılısıdır: kırıl-an ve kırıl-gan. Böylece, cânîdeki â’dan da î’den de kurtulmuş olurduk!

8 Üstelik, sözcüğün sonundaki i’yi, Türkçe’deki Farsça asıllı -î sıfat ekiyle karıştırarak  “seksî” diye söyleyenler ve yazanlar çoğunluktadır.

9 The English Language, Methuen & Co. Ltd., Londra, 24. bas., s. 85. (Burada, şunları da belirtmek gerek: Son yıllara değin ilkokullarda okuma yazma öğretilirken “heceleri birleştirerek” öğretme yöntemi kullanılıyor; bunun için heceleri gösteren fişlerden yararlanılıyordu. Amerika’da ya da İngiltere’de “bilgi ve görgü”sünü (!) arttıran bir takım MEB yetkilileri, (kim dürttüyse) bu yöntemin yerine Anglosakson eğitiminde kullanılan “sözcükleri kalıp olarak öğretme” yöntemini getirdiler. Bu yeni yöntem, “söylendiği gibi yazılmayan” dille konuşulan Anglosakson ülkelerinin eğitiminde her halde yararlıdır; ama, “söylendiği gibi yazılan” dille konuşan Türkiye’nin ilköğretiminde bir engel oluşturmakta, bu nedenle de öğrencilerimiz, ne yazık ki, ilköğretimi “okur yazar” olarak değil, “okumaz yazmaz” olarak bitirmektedirler. Sanırım, bu durumun en iyi tanıkları, derslerde sesli okuma yapıldığında en basit metinleri bile heceleyerek okumaya çalışan 18-20 yaşlarındaki öğrencilerin karşısında üzülen üniversite Türk dili öğretmenleridir!)

(Hürriyet Gösteri, Eylül 2002, sayı 241, s. 40-42)