La Fontaine / LAFONTEN MASALLARI

ÇOCUK KİTABI

La Fontaine / LAFONTEN MASALLARI

(Yuva Yayınları, İstanbul, 2000)

Yeniden anlatan: Kemal Bek

Jean de La Fontaine, Türk çocuklarının bildiği adla Lafonten (1621 1695), Fransızların “fabl” adını verdikleri manzum masallarıyla tanınmış klasik Fransız şairi ve yazarıdır. Varlıklı bir ailenin çocuğuydu.  Hukuk öğrenimi gördü. Çağının bilim adamları ve felsefecileriyle dostluklar kurdu. Yazdığı fabllerde benzetme, kişileştirme ve konuşturma sanatlarını kullanıp hayvanların kişiliklerinde kimi insan karakterlerini eleştirdi.  La Fontaine masallarındaki konular, başta kendisinden çok önce yaşamış olan Hint düşünürü Beydebâ’nın Kelile ve Dimne adlı yapıtındaki öyküler olmak üzere doğu klasiklerinden alınmadır.  La Fontaine’in canlı ve nükteli bir anlatımı vardır. Öykülerinin sonunda, şiir biçiminde bir ahlâk dersi yer alır. La Fontaine, kötüyü göstererek iyinin ne olduğunu anlatmaya çalışmıştır. La Fontaine, roman ve tiyatro oyunu türlerinde de yazmıştır. Bütün dünya çocuklarınca, günümüzde bile sevilerek okunur.

Lafonten Masalları’nda, Kemal Bek tarafından öykü biçiminde yeniden yazılan kimi “Lafonten masalları” yer almaktadır. İşte bunlardan biri:

HOROZLA İNCİ

Horoz o gün erkenden kalkmış, uzun bir “Ü’ürü’üüü!” ile insanların uyandırmak görevini yerine getirmişti. Şimdi de bir az bir şeyler yemek için bahçede dolaşmaya başladı. Bir pulluk gibi güçlü tırnaklarıyla eşiniyor, alt üst ettiği toprağın içinde kısmetini arıyordu. Epey dolaştı. Ama bu gün ne bir solucan vardı ortalıkta, ne de gagasına göre başka bir şey. Durdu, gerinerek kanatlarını çırptı. Kümesin tavukları da, civcivler de uyanmışlar, tembel tembel bahçede gezinmeye başlamışlardı. Bu gün hepsi yiyeceklerini topraktan çıkarmak zorundaydılar; evin sahipleri dün akrabalarını ziyarete gitmişlerdi ve ancak akşama döneceklerdi. Hepsi merakla akşam olmasını bekliyorlardı. Ne var ki Horoz’un sabrı yoktu. Gözleri yerde sürekli eşiniyor; aranıyordu.

Bahçede bir şey bulamayacağını anlayınca, yola çıktı. Güneş yükselmeye başlamıştı. Yere vuran gölgesi gözüne ilişti. Ne de heybetli bir görünümü vardı. Böylece bir süre yerdeki gölgesini seyrederek yürüdü. Bahçeden epey uzaklaşmıştı. Yavaş yavaş, iki tekerlekli arabalarıyla köylere satılacak şeyler götüren köylüler geçmeye başladılar. O da atların ayakları altında ezilmemek için yolun kıyısına çekildi.

Anlaşılan bu gün kısmeti kapalıydı. Tam bahçeye dönmeye ve sahibinin serpeceği darıya fit olmak üzereydi ki ayağı yuvarlak bir şeye takıldı. Yusyuvarlak, bembeyaz, sabah güneşinin altında pırıl pırıl parlayan garip bir şeydi bu.

Horoz bu garip nesneyi aldı, inceleye inceleye kasabaya yollandı. Bu nesne ne işe yarardı ki? Yenecek bir şey olmadığı belliydi. Sertti çünkü. Kasabaya vardığında, artık kalabalıklaşmaya başlayan kaldırımın üzerinde gezinmeye başladı. Bir yandan da bulduğu bu parlak nesneyi ne yapacağını düşünüyordu. Birden bir dükkânın vitrini gözüne çarptı; vitrinde bir kaç tane bu parlak şeylerden vardı. Burası bir kuyumcuydu.

Dükkâna girdi. Tezgâhın başındaki adam, ne istediğini anlamak ister gibi eğilerek ona baktı.

Horoz:

– Bu şeyi satıyorum, alır mısın? dedi.

İnciyi gören kuyumcunun gözleri parladı; şimdiye dek böyle parlak ve güzel bir inci görmemişti:

– Alırım, ama çok para etmez, diye yanıt verdi.

Horozu kandırıp, inciyi yok pahasına kapatmak istiyordu. Horoz küçümser bir tavırla:

– Parayı ne yapayım, bana bir kaç darı ver yeter, dedi.

Horoz, tıpkı kendisine çok değerli ve az bulunur bir kitap miras kalan bir bilgisiz gibi davranmıştı; hani bu bilgisiz, kitabı bir eskiciye götürmüş ve:

– Ben bundan anlamam, sen bana bir kaç lira ver yeter, demiş ya!

Bilgisiz insanlar da öykümüzdeki bu horoz ve adam gibi her zaman kandırılırlar. Bilgili olmaksa insanı güçlü kılar. İşte bu öyküden alınacak ders:

Bilginin yoktur bucağı dibi,

İnsan bilgisizse bu horoz gibi,

Değerini bilmez elindekinin,

Anlamını bilmez dilindekinin.