Hürriyet Yaşar’la

“KIVRAK MANTIK”; EVET… AMA DİLBİLİM ÇERÇEVESİNDE

 

Kemal Bek

Gösteri’nin 241. sayısında yayımlanan ve Feyza Hepçilingirler’in “Türkçe Off” kitabındaki yazılarında katılmadığım üç noktayı açıklayan “Üç Değinme” başlıklı yazıma, Hürriyet Yaşar, 242. sayıda, “‘Dil Mantıktır’ Ama Kıvrak Mantıktır” başlıklı yazısıyla yanıt verdi. Demek ki, onun da benim yazımda katılmadığı kimi noktalar varmış.

Yazıları daha önce okumuş olan okurlardan özür dileyerek, okumamış olanlar için maddeleştirip, önce eğik cümlelerle Yaşar’ın benim düşüncelerime katılmadığı noktalar konusundaki düşüncelerini ve siyah cümlelerle kendi yorumumu yazayım:

I. “BUGÜN” MÜ / “BU GÜN” MÜ

Üç Değinme” başlıklı yazımda, ilk olarak, Hepçilingirler’in ayrı ve bitişik yazılan sözcüklere verdiği örnekler arasındaki “bugün / bu gün” ayrımına, “bugün”ün içinde bulunduğumuz “gün”ü, “bu gün”ünse “bu” diye işaret ettiğimiz “her hangi bir gün”ü gösterdiği yorumuna değinmiş, örnekler vererek bu tamlamanın bir sıfat tamlaması olduğunu ve bitişik de yazılsa, ayrı da yazılsa aynı şey olduğunu, dolayısıyla “bu gün” biçiminde, sıfat tamlaması olarak yazılması gerektiğini belirtmiştim.

Yaşar: «İçinde bulunduğumuz “bugün”ü, düşünmeyiz, duyumsarız.»

Ben: Ne diyeyim, ona öyle geliyorsa, öyledir; ama ben içinde bulunduğumuz günü duyumsamam; yalnızca düşünür ve anlarım. Yaşar neden daha ilk cümlede, çoğul olarak benim adıma da konuşuyor?

Yaşar: «Kemal Bek burda, yalnızca Hepçilingirler’e değil, kendisinin de söylediği gibi, tüm yazım kılavuzlarına karşı çıkıyor. Sergilediği özgüven için onu kutlamak gerekirdi, düşünme yolu yanlış, dolayısıyla vardığı sonuç da yanlış olmasaydı.»

Ben: Hepsi birbirinden apartma, yazarlarının meşrebine göre yazılmış yazım kılavuzları beni yanlış yazıma yönlendiriyorsa, bunlara karşı çıkmak neden özgüven sergilemek olsun ki; demek herkes ne diyorsa biz de aynı şeyi söyleyeceğiz! Demek bizim meşrebimize göre yazılmışsa, şu ya da bu kılavuzu hiç eleştirmeyeceğiz? Üstelik bir kılavuz ötekini tutmazken. Üstelik, başka kılavuzların temel aldığı TDK ve Dil Derneği kılavuzları kendi önerilerine hep ak ötekine hep kara derken… Birbirini tutmaz yazım kılavuzlarının şu ya da bu yanlışına katılmayıp bir de yazı yazmak Yaşar’a göre “özgüven sergilemek”se (“sergilemek” sözcüğü bir az da “övünme” anlamını içerdiği için bu sözcüğü kabul etmesem de), öyle olsun, evet, bu konuda özgüvenim tamdır! Bakalım yanlışım neymiş:

Yaşar: «Çünkü ‘ilkokul’un, bir öğrenim derecesinin ve o derecede öğrenim veren okulların adı olarak söylendiğinde bitişik yazılışını da, adres tarif ederken ‘sağdaki ikinci değil, birinci okul’ anlamında söylendiği zaman ‘ilk okul’ diye ayrı yazılmasını da anladığını; ama ‘bu gün’ dendiği zaman, içinde bulunulan gün değil de, ‘şu gün, o gün’ der gibi ayrı yazımı gerektirecek durumlara bir türlü örnek bulamadığını, bu nedenle de ‘bu’ ve ‘gün’ sözcüklerinin hep ayrı yazılması, gerektiğini söylüyor.

Bir durumun hem örneğini bulamayacaksınız, hem de yalnızca örneğini bulamadığınız o durumu anlatan yazım biçiminden yana olacaksınız; doğrusu bunu da ben anlamadım.»

Ben: Belki de ben anlatamadım… “Şu gün, o gün” der gibi ayrı yazımı gerektirecek durumlara bir türlü örnek bulamadığımı da nereden çıkarıyor Yaşar? Ben, «“Bu gün” yazımını, iki yazım arasında ayrım bulunduğunu söyleyenlerin mantığıyla nasıl bir cümlede kullanabilirim diye düşünüyorum, aklıma ’17 Ağustos 1999, Marmara Bölgesi bu gün büyük bir depremle sarsılmıştı,’ türünden cümlelerden başka örnek gelmiyor (aslında, bu cümlede “bu gün” değil, “o gün” demek gerekir; çünkü geçmişte kalmıştır o gün). Bu cümledeki düşünceyi de, “Marmara Bölgesi, 17 Ağustos 1999’da büyük bir depremle sarsılmıştı,” gibi bir cümleyle anlatamaz mıyız?»  diye yazmıştım. Belki de Yaşar, yazımın bu bölümünü okurken, ayraç içinde yazdıklarımı atlamıştır, kim bilir?

Evet, “içinde bulunulan gün dışındaki günlerden söz ederken ‘bu gün’; içinde bulunulan günden söz ederken ‘bu gün’ yazmayı gerektirecek bir neden bulamıyorum; yok çünkü. Var olmayan bir durum için örnek bulunabilir mi? (Yaşar, yazısının daha sonraki satırlarında “benim bulamadığım örnekler”i bulmuş; bu konudaki yorumumu ilerdeki satırlarda yazacağım.)

Yaşar: «Hangi yazım biçimini niçin doğru bulduğu konusunda, kendisi de istemeden kafa karıştırıyor, çünkü yazısı güç anlaşılıyor.»

 Ben: Yaşar sanırım yazımı dikkatli okumamış; Şunları aynen söyledim: «Bana göre “bugün” ve “bu gün” ayrımı yanlıştır; yalnızca “bu gün” düşüncemizi anlatmak için yeterlidir; çünkü bu söz kümesi “tek bir sözcük” değil, “iki sözcükten oluşan bir sıfat tamlaması”dır.» Bunda anlaşılmayacak, kafa karıştıracak ne var? Tamlama her durumda, “bu gün” biçiminde, sıfat tamlaması olarak yazılmalıdır, dedim kısacası. Yaşar, bu düşünme yolumun, dolayısıyla vardığım sonucun yanlış olduğunu ileri sürüyor. Öyle diyorsa, öyledir; ama Yaşar’ın kafasını karıştıranın benim yazım  olmadığı konusunda içim rahat!

Yaşar: «Kemal Bek deseydi ki, “ ‘gün’ün ‘bu’ sıfatı ile gösterildiği durum zaten olmadığı için, ‘bu gün’ hep bitişik yazılmalıdır”; bunu anlayacaktım. Ama diyor ki, içinde bulunulan günün kastedildiği durumlar dışında, ‘gün’ün, ‘bu’ sıfatını ayrı yazalım. Hani soğuk espri skeçlerinde, yol soran biri, yanıt verenin gösterdiği yöne değil de tersi yöne gider ya, öyle. Şunu söyleseydi, yine anlardım: “İçinde bulunulan günün söylenmek istendiği durumlarda da ‘bu’ sözcüğü, gösterme sıfatı işlevindedir ve ayrı yazılmalıdır.»

Ben: “İçinde bulunulan günün kastedildiği durumlar dışında, ‘gün’ün, ‘bu’ sıfatını ayrı yazalım” diyormuşum. Hayır, demiyorum; (“soğuk espri skeçleri” demekle ne demek istediği konusundaki soru imi bir yana), evet, kendisinin dolaylı olarak bana salık verdiği gibi, “İçinde bulunulan günün söylenmek istendiği durumlarda da ‘bu’ gösterme sıfatı işlevindedir ve ayrı yazılmalıdır” diyorum. Yaşar, ne dediğimi anlamış; ama aklı, söylemediğimi bana söyletmekte olduğundan, kendi deyişiyle “karıştığı” için, anlamadığını sanıyor belki de…

Yaşar: «Oysa, ‘bu’ sözcüğünün ‘gün’le birlikte kullanımları, düşüncemizin de ötesinde, duyuşumuzu anlatıyorlar. Kendimizi içinde duyumsadığımız günü söylerken, Kemal Bek’in dediği gibi, gerçekten de ‘bu’ diyerek, ‘gün’ü gösteriyoruz. Ama gösterdiğimizi öylesine unutmuşuz ki, o içinde bulunduğumuz günü, günlerin bir durumu olarak değil, ‘dün’ gibi, ‘yarın’ gibi bir sözcük olarak duyumsuyoruz.»

Ben: Yaşar “bu”nun “gün”ü gösterdiğini unutmuş, bunu artık durum olarak düşünmüyor, yalnızca durum olarak duyumsuyor olabilir; neden unutmuş, neden artık öyle düşünmüyor da yalnızca duyumsuyor, bilemiyorum. Ama ben unutmadım, hâlâ bu tamlamanın anlamını durum olarak duyumsamıyor, durum olarak düşünüyorum; peki, ne olacak şimdi? “Bu gün” yazımının, “dün” gibi, “yarın” gibi düşünülmesine ya da duyumsanmasına ya da her neyse, engel olan nedir ki?

Yaşar: «Bu bir anlam türetmesi, bir anlam yaratımıdır. Diller böyle yavaş yavaş değişiyorlar.»

Ben: Bunun “bir anlam türetmesi”, “bir anlam yaratımı” olduğunu söylemek, ne ifâde ediyor ki? ‘Bu gün’, ‘bugün’ yazılınca farklı bir anlam mı kazanıyor; böylece bir anlam  karışıklığını mı engelliyor? Bir romanda “Bu gün sinemaya gideceğim” cümlesini okuduğunda Yaşar ne dendiğini anlamıyor mu ya da romanın kahramanı “içinde bulunulan gün dışında bir gün sinemaya gidecekmiş” olarak mı anlıyor ya da kendisinin yeğlediği sözcükle “duyumsuyor”?

Yaşar: «Sözlükler ve yazım kılavuzları da, bu değişimi önceden değil ama, çok geçmeden sezip tescil ediyorlar.»

Ben: “Sözlükler ve yazım kılavuzları önceden değil ama, çok geçmeden” durumu kimlerin yazılarına bakarak “sezip tescil ediyorlar”mış ki? Her halde Yaşar’ın öykülerine bakıyorlardır.

Ressam ve fotoğraf sanatçısı dostum Ahmet Keskin, Adapazarı yolunda, yemek satan bir barakanın cephesinde, üzerinde “Loganda-Resture” yazılı olan bir tabela gördüğünü söylemişti; bu tabela da yazılı bir belgedir; bakalım sözcüklerin bu yazımlarını en önce hangi “yazım kılavuzu” sezip yazı dilimize sokacak ya da  “gardrob”un yaygın olarak “gardolap” ve “kardolap” yazılıp söylenen biçimlerini? (Yazım kılavuzu yazarları bu tabelayı ve bizim sokaktaki eski eşya dükkânının tabelasını görmemiş olabilirler; işte bu yazıda dikkatlerine sunmuş oldum. Bence, en doğrusu “gardolap”; çünkü bu sözcük artık “gardrob”un Fransızca asıllı olduğunu “düşündürmüyor”; dolabın yalnızca, giysilerin de tıpkı tirenlerin bir arada durduğu ve zamanı gelince hizmete çıkarıldığı “gar gibi bir dolap”ta durduğunu “duyumsatıyor” bana!)

Yaşar: «“Bugün” diye bir sözcüğün varlığının kabul edilmesi bundandır. Hem de bu duyuş biçimi, yazıda geri dönülemeyecek denli eskimiş, yerleşmiştir. Artık kimi ağızlarda, “büğün”, “böğün” diye söylenişleri bile vardır. Kemal Bek Hepçilingirler’in hem “Dil mantıktır” deyip hem de içinde bulunulan ay ve haftanın “bu ay”, “bu hafta” diye anımsamayışına bozuluyor. Bir mantığın her yerde geçerli olması gerektiği anlamında, “Bu mantık ‘bu gün’ konusunda işlemiyor demek” diyor. Çok doğru söylüyor, ama şunu unutuyor: Dilde tüm genellemelerin ayrıksı durumları olabilir. Kuralları getiren genellemelere varılacaksa, azınlıktaki örneklerin çoğunluğa ulaşmasıyla varılır. Ama genellemeler, kurallar ayrıksı durumları ortadan kaldırarak dili dümdüz edemezler. Bitişik yazılan “bugün” örneği, böyle ayrıksı bir örnektir. Nedeni düşüncemiz değil duyuşumuzdur, “bu gün” diye göstererek düşünmemiz geride kalmıştır. (…) …anlam karışıklığı yaratsın yaratmasın, içinde bulunulan “bu gün”ün yazımı, o günü içimizde duyuşumuzda tek sözcüğe doğru bir değişiklik olduğu için bitişmiştir.»

Ben: Dilde ayrıksı durumların bulunabileceğini kabul ederim. Örneğin, aitlik eki –ki, ses uyumuna uymaz: “onunki” sözcüğünde olduğu gibi; ayrıksı bir ektir; ancak dilbilimciler bu ekin neden ses uyumuna uymadığını; bu ekin neden ve ne zaman yalnızca–ki biçiminin kullanılmaya başlandığını biçimbilim verilerine dayanarak açıklarlar. Yaşar’ın ileri sürdüğü “artık öyle duyumsamak”ın, ne biçimbilimde, ne anlambilimde, ne kökenbilimde bir yeri vardır; açıklaması tümüyle özneldir.

Şimdi benim sorum şu: Yaşar konuşurken, “bu gün” ile “bugün”ü, ilkinin ayrı, ikincisinin bitişik olduğunu vurgulayarak mı söylüyor? Doğrusu ben hangi anlamda kullanırsam kullanayım, bu sıfat tamlamasının sözcüklerini başka sıfat tamlamalarını söylediğim gibi söylüyorum. Söylerken bir ayrım olmadığı hâlde, yazarken “bugün-bu gün” ayrımına gitmek, sanırım Yaşar’ın “kıvrak mantığı”nın gereği. Ben de onun mantığına uyarak, örneğin, bir berber dükkânının tabelasındaki “kırık makas” tamlamasının, “kırık” sıfatının “makas” adına bitişik olarak “kırıkmakas” biçiminde yazılması gerektiğini, çünkü bunun hem özel ad olduğunu hem de tek bir nesne olarak duyumsanması gerektiğini ileri sürebilirim. Bu mantıkla giderseniz, bütün sıfat ve ad tamlamalarını bitişik yazmamız gerekebilir: “altınkolye”, “babamınarabası” gibi;  çünkü, “altın” ayrı, “kolye” ayrı; “babam” ayrı, “araba” ayrı nesneler değildir ve birlikte “duyumsanması” gerekir. 

Yaşar’ın belirttiğine göre, artık “içinde bulunulan gün”ü anlatırken “bu gün”ün tek bir sözcük olarak duyumsanması gerekli”ymiş. Bu konudaki yorumumu yukarda yazdım; yineliyorum, ya ben bunu “bu gün” diye, sıfat tamlaması olarak anlıyor ve duyumsuyorsam? Yaşar, bana illâ ki sen de benim gibi “duyumsamak” zorundasın diye dayatabilir mi?

Bir de vurgu konusu var; “bu gün” tek bir sözcük olarak algılanıyorsa ya da duyumsanıyorsa, vurgusunun son hecede olması gerekir. Deneyin bakalım, “Ben bugün geldim” derken vurgu sıfat tamlamalarında olduğu gibi “bu” sıfatında mı, yoksa “gün” adında mı! Gördünüz mü, “bugün” tek sözcük olarak duyumsansaydı, “gün” sözcüğü vurguyu üzerine alacaktı.

Yaşar diyor ki, “…anlam karışıklığı yaratsın yaratmasın, içinde bulunulan “bu gün”ün yazımı, o günü içimizde duyuşumuzda tek sözcüğe doğru bir değişiklik olduğu için bitişmiştir.” Tamlamanın tek bir sözcüğe doğru bir değişiklik olduğu için bitiştiğine kim karar vermiş ki? Bütün yazım kılavuzları bu ayrımı yapıyormuş; yazım kılavuzu yazarları, dildeki değişimleri yalnızca saptarlar; bunun kural olduğuna karar veremezler; onlar da sizin benim gibi insanoğludurlar. Şimdi ben, TDK’nın da, Dil Derneği’nin de kılavuzlarından apartmaksızın bir yazım kılavuzu yazsam, açıkladığım nedenlerle de “Tamlamanın ‘bu gün’ biçiminde tek bir yazımı vardır” yargısını ileri sürsem, Yaşar, kendisinin ve bu kılavuzların yorumuna uymadığı için, yazısında sık sık kullandığı gibi “… ama yanlış söylüyor” mu diyecek? Yoksa, “Kemal Bek’in yazım kılavuzunda böyle söyleniyor” deyip her iki durumda da “bu gün” yazmaya mı başlayacak? Ama ya öteki kılavuz yazarları bundan alınırlarsa?

Yaşar, «Kemal Bek Hepçilingirler’in hem “Dil mantıktır” deyip hem de içinde bulunulan ay ve haftanın “bu ay”, “bu hafta” diye anımsamayışına bozuluyor»diyor. İlâhi arkadaşım, bilimsel konularda “bozulma”nın yeri olmadığını bilecek kadar aklım başımda… Ama yeniden sormadan da edemiyorum: Sâhi, “bugün”ü  tek bir sözcük olarak “duyumsayan” Yaşar, “bu sâniyeyi” “bu dakika”yı, “bu hafta”yı,”bu ay”ı, hattâ “bu yıl”ı, “bu yüzyıl”ı, “bu binyıl”ı neden tek bir sözcük olarak duyumsamıyor? Bu soruma yanıt vermemiş; verseydi, “İyi de, bu tamlamaları ‘bugün’ kadar sık kullanmıyoruz ki” diye yineöznel bir yanıt verirdi sanırım. Ama, ya ben bunları da “bu gün” kadar sık kullanıyorsam; o zaman ne olacak? Kimi örnek alacağız?

Yaşar: «(Kemal Bek’in) Bulamadığı örneklere gelince… Evlenecek çiftler düğün ya da nikâh davetiyelerinde, evlenecekleri gün için, daha o gün gelmeden, “bu mutlu günümüzde” derler. Araya “mutlu” sıfatı girmiş olsa bile, günün dışardan gösterilişine örnektir. Diyelim ilkokul öğretmeniyiz, derste mevsimleri anlatıyoruz, tahtaya bir “12 şubat” bir de “30 temmuz” yazdık, elimizdeki tebeşirin ucuyla bir “12 şubat”ı, bir de “30 temmuz”u göstererek soruyoruz öğrencilere: “Bu günün… Bu günle farkını kim söyleyecek?” Başka örnek mi? 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. TBMM bu günü ulusal bayram olarak benimsedi.” Örnekler “bu” sıfatının, içinde bulunulandan başka bir gün için de kullanıldığını göstermeye yetiyor sanırım.»

Ben: Ben aslında iki farklı yazım biçimini savunanların mantığıyla baktığım zaman örnek bulamadığımı söylemek istemiştim. Demek anlatamamışım. Verdiği örnekler için Yaşar’a teşekkür ederim yine de. İlk örnekte, kendisi de söylüyor zâten, araya “mutlu” sıfatı girmiş. İkinci ve üçüncü örneklere de karşı çıkamam; doğru örnekler. (Ancak ikinci örnekteki öğretmenin yerinde ben olsam, tahtaya iki tarih yazdıktan sonra “bu tarihleri tebeşirin ucuyla” göstererek, öğrencilere, “Bu günün… Bu günle farkını kim söyleyecek?”diye sormaz; doğrudan doğruya, “12 Şubat’la 30 Temmuz’un farkını kim söyleyecek?” diye sorardım. Neyse, bu her yiğidin yoğurt yiyişinin farklılığıyla ilgili bir konu.) 

Evet, örnekler “‘bu’ sıfatının, içinde bulunulandan başka bir gün için de kullanıldığını göstermeye yetiyor”;ama ben hiç bir zaman, “bu gün” tamlamasının “başka bir gün” için kullanılamayacağını söylememiştim ki; öyle anlaşıldıysa, eskilerin deyişiyle “za’f-ı telif”ime verin. Benim karşı çıktığım, “içinde bulunulan gün”le “içinde bulunulmayan gün”ü anlatırken, aynı tamlamanın farklı biçimlerde yazılışıdır. Anlamadığım da bu. Yaşar da, “Artık birini duyumsuyoruz, ötekini düşünüyoruz. Bu ayrım kalıplaşmıştır, artık değiştirilemez” gibi,  dilbilimsel olmayan; herkesin birer inak (nâs, dogma) gibi tartışmadan olumladığı öznel yargılardan başka bir şey söylemiyor… Bu ayrımın kalıplaştığına, artık değiştirilemeyeceğine kim karar vermiş? “İyi de, değiştirirsek herkes bildiği gibi yazar, yazım kargaşası doğar” denirse, ben de şöyle derim: “Arada bir doğru yazımın da görüldüğü kargaşa, yanlışta tutarlı ve ısrarlı olmaktan yeğdir.”

Yaşar: «Ama ben “bu gün” diye yeni bir anlamın oluştuğunu anlatmaya çalışıyorum, anlam karışmasını yok saysak bile, Nijat Özön, “Büyük Dil Kılavuzu”nda bitişik “bugün”ü gösterdiği gibi, ayrı yazılan “bu gün”ü de göstererek, onun için “belirlenen gün” demiş.»

Ben: Ben de “bugün”ün “bu gün”den farklı bir anlam oluşturmadığını anlatmaya çalışıyorum. “İlk bahar” sıralamada ilk olan bahar, “ilk okul” sıralamada ilk olan okul; bitişik yazıldıkları zaman, “ilkbahar” bir mevsim adı, “ilkokul” bir öğrenim düzeyinin adı anlamını kazanıyor, evet, bu gerçekten doğru; “bu gün” yazıldığında tamlamanın “içinde bulunulan gün” olarak yeni bir anlam kazanıp sözcüğe dönüştüğünü de varsayalım. İyi ama, “bugün” yeni bir anlam, demek (yâni) “içinde bulunduğumuz gün” anlamını kazanıyorsa, o zaman neden “busaat” yazımı da “bu saat” tamlamasının tek bir sözcüğe dönüşüp yeni bir anlam kazanmış ve duyumsanan biçimi olmuyor? Ayrı yazıma örnek: “Diyelim ilkokul öğretmeniyiz, derste Atatürk’ün öldüğü saati anlatıyoruz, tahtaya bir‘9:05’, bir de ‘12:00’ yazdık, elimizdeki tebeşirin ucuyla bir ‘9:05’i bir de ‘12:00’yigöstererek soruyoruz öğrencilere: Bu saatin… Bu saatle farkını kim söyleyecek?” Demek içinde bulunduğumuz saatin dışındaki saatler… Bitişik yazıma örnek: “Busaatte, bu kadar yüksek sesle müzik dinlenir mi yâhu!” Demek içinde bulunduğumuz saat. Yaşar, yaşamında bir kez bile, içinde bulunduğu saati “busaat” olarak duyumsamış ve yazmış mıdır acaba? Yazmamıştır. Peki neden yazmamıştır? Yazım kılavuzlarında böyle bir yazım yok da ondan. “Bu gün” ve “bugün” yazıp, “busaat” (budakika, “buhafta”, “buay”, “buyıl”, “buyüzyıl”, “bubinyıl”) yazmamak çifte standard olmuyor mu? “Bugün”ü içinde bulunulan gün olarak duyumsayıp da, “busaat”i içinde bulunulan saat olarak duyumsamamak, “busaat”e haksızlık olmuyor mu?!

Nijad Özön’ün büyük emek ürünü yazım kılavuzunu (bendeki basım: Güzel Türkçemiz, Milliyet Kültür yayını, 1986), kitapta katılmadığım “öneriler” olmakla birlikte, ben de yararlanarak kullanıyorum; ne var ki, Özön’ün kılavuzunda, bir müzik terimi olan “göğüs sesi” ayrı; ama, gökbilim terimi olan “gökcismi” bitişik yazılmıştır. Bunların ikisi de, dilbilgisi bakımından belirtisiz ad tamlaması, sözcük türü bakımından terimdir. Neden birinin ayrı, ötekinin bitişik yazılmış olduğunu da anlayamıyorum. Yine bu kılavuzda,Gaziantep bitişik, Gazi Osmanpaşa ayrıdır. Gazi sıfatı, ilkinde Antep kentini, ikincisinde Osman Paşa’yı nitelemektedir; öyleyse neden “gazi”lerin biri bitişik öteki ayrıdır?  (Ayrıca neden “gazi”, “Osman” adından ayrı; “paşa”, ada bitişik? Bu kişi “yüzbaşı” olsaydı “Osmanyüzbaşı” mı yazılacaktı?) Yoksa, Attilâ İlhan’ın da yeğlediği yazımla “gâzi” sıfatı kente verildiği zaman bitişik; sıfatı “gâzi” olan kişi adı bir semte verilmiş olsa da ayrı yazılır diye bir kural mı vardır? Bunların ya Gâziantep ve Gâziosmanpaşa; ya da Gâzi Antep ve Gâzi Osman Paşa biçiminde, demek bütün sözcüklerin ya bitişik ya da ayrı yazılması gerekmez mi? Sözün kısası, Nijat Özön’ün Büyük Yazım Kılavuzu’nda “ayrı yazılan ‘bu gün’ü de göstererek, onun için ‘belirlenen gün’ demesi, benim yukarıda örneklerini verdiğim ve olumlamadığım önerilerinden biridir. Yazım kılavuzları, önerdikler bilgiler ve yazımlar da tartışılmalıdır ki yetkinleşebilsinler.

II. ‘NİSPET İ’SİNDEN (^) ŞAPKAYA

“Üç Değinme” başlıklı yazımda, ikinci olarak, kullanmaktan kaçınamadığımız yabancı sözcüklerde uzun söylediğimiz seslileri düzeltme imiyle (^) yazmamız gerektiğini, yoksa bu sözcüklerin yanlış sesletilebileceğini söylemiştim.

Yaşar: (Kemal Bek’in, Türkçe’de uzun sesli içeren sözcüklerin yabancı kökenli olduğunu, bunların yerine Türkçe’den sözcükler türetilirse sorun kalmayacağını, ama umarsız kalındığında uzun sesli içeren sözcüklerin, yanlış okumaları önlemek için düzeltme imli yazılmaları gerektiğini  belirttikten sonra) «Ama Kemal Bek burda da birkaç şeyi birden unutuyor. Birincisi sesli harfi yalnızca uzatmak için değil kimi zaman hem inceltmek hem de uzatmak için kullanılan düzeltme iminin bu değişik işlevlerinin kulaktan duyarak öğrenildiğini unutuyor. Varsayalım ki, tüm seslilerin değişik özelliklerini yazıda belirtmeye karar verdik. I, i, o, ö, u, ü, harflerindeki tek ve çift nokta ile belirttiğimiz ses ayrımları dışında, bir tek düzeltme imi var, o da şapka (^). Kulaktan öğrenmeye karşıysak, bu kez iki im daha bulmamız gerekecek: Biri uzatmadan inceltsin (lastik, lokum, tezgah, laf), biri inceltmeden uzatsın (asla, kaim, tatil, taze, tedarik), biri de hem inceltsin hem uzatsın (kase, lazım, zeka). Peki şuna nasıl çözüm bulunacak: “İhraç”ta “a” sesi kısadır ama, “ihracat, ihracı derken uzundur (…) Bırakın sıradan okuryazarları, değme düzeltmenler bile altından kalkamazlar bu ayrımların.»

Ben: Önce şunu açıklığa kavuşturayım: Ben yazımda yalnızca sözcüklerin yanlış okunmasına yol açan sözcüklerde düzeltme imi kullanılması gerektiğini söyledim; tüm seslilerin değişik özelliklerinin yazıda göstermek gerektiğini söylemedim. Bunun ölçütü de yazarların, düzeltmenlerin, redaktörlerin, konuşmanların, oyuncuların; kısacası dille doğrudan haşır neşir olan kimselerin, sözcükleri nasıl söylediklerine dikkat etmeleri; “ihrâcı” diye uzatarak söylüyorlarsa sözcüğü â ile yazacak, ama “ihraç” derken kısa söyledikleri için a ve ç ile yazacaklar. Çünkü sözcüğün Osmanlıca aslı “ihrâc” olmasına karşın, artık hiç kimse böyle söylemiyor. “Lastik”i, “lokum”u imli yazmaya gerek yok; çünkü kimse bu sözcüklerdeki l’leri kalın söylemiyor. Ama “tezgâh”ı â ile yazmak gerekir; çünkü â’sız yazılırsa “tezgah” diye okunabiliyor. (Ömer Seyfettin’in ünlü öyküsünün adını, kaç lise öğrencisinin “Mermer Tezgah” diye, kalın g ve kısa a ile okuduğunu bana sorun. “Asla” “aslâ” yazılması gerekiyor; çünkü, “asla” okunabilir.  “Kaim”i “kaaim” yazmaktan başka umarımız yok; ötekileri “tâtil”, “tâze”, “tedârik” yazsak kıyâmet mi kopar? “Kâse”, lâzım”, “zekâ” da öyle…  

Şimdi, asıl dediğim şu:Düzeltme imi, Osmanlıca’da uzun, ama günümüz Türkçesinde kısa sesliyle söylenen sözcüklerde, doğallıkla, kullanılmamalıdır; örneğin “yazın” anlamına gelen, günümüz Türkçesinde “edebiyat” olarak söylenen “edebiyyât” sözcüğünde düzeltme imi gereksizdir. Ama bu sözcüğü, iyelik ekini eklediğimiz zaman “edebiyatı” değil de “edebiyâtı” biçiminde söylüyorsak, “edebiyâtı” biçiminde yazmak zorundayız. (Öyle yazılmadığı için, yazın öğretmenleri bile, kimi arabesk şarkıcılarının “âşık”ı “aşık” biçiminde söylediği gibi, iyelik eki almış olan “edebiyâtı” sözcüğünü de “edebiyatı” biçiminde söylemektedirler; çocuklar doğrusunu nasıl öğrensin?! Ha, denebilir ki, “Sen de onlar gibi söyle ve yaz kardeşim.” Güzel de, ben kırk yıllık söyleyiş biçimimi neden değiştireyim? Yeni kuşaklar doğrusunu öğrensin, “edebiyâtı” desinler ve yazsınlar. Mantıklı olan da budur. Bu konudaki ölçümüz, doğrusu ne ise öyle söylemek ve  yazmak olmalıdır; “dingin” anlamına gelen sözcük “sakin” değil “sâkin” diye söylendiğine göre, bu sözcüğün düzeltme imsiz yazılması yanlıştır! Yine örneğin, “dâire” sözcüğü yazım kılavuzlarında neden “daire” olarak yazılmıştır (“dâ-” hecesinin ses değeriyle “da-“ hecesinin ses değeri özdeş midir); neden “dâvâ” diye söylüyoruz ama “dava” olarak yazıyoruz, anlaşılır gibi değildir.  

Yineliyorum; uzun sesli içeren Arapça ve Farsça sözcükler kesinlikle kullanılmazsa, düzeltme imine de gereksinme duyulmayacaktır; örneğin “kâmil” yerine “olgun” sözcüğü kullanılırsa, sorun kalmaz; ama, özel ad olarak kullanılıyorsa ve divan şiiri dizesinde geçiyorsa “kamil” değil, “kâmil” yazılmalıdır.  Çünkü “ka-” hecesinin ses değeriyle “kâ-” hecesinin ses değeri farklıdır. Benim bütün söylediğim bu.

Yaşar, “düzeltme iminin bu değişik işlevlerinin kulaktan duyarak öğrenildiğini unut”tuğumu söylüyor. Unutmuyorum; ancak, gazete okuyan, televizyon izleyen, radyo dinleyen, iş yeri tabelalarına göz atan herkes, sözcükleri yanlış söyleyenlerin ve yazanların, dolayısıyla gençlerin bunları yanlış öğrenmesine neden olanların, ana-babalar; “ünlü” konuşmanlar ve köşe yazarları; tabelaları yazdıranların da iş adamları olduğunu görür. Çocuk, başka kimlerden doğru söyleyişi öğrenecektir? Ama, bırakın ana-babaları, gençlerin doğru ve güzel Türkçe’yi öğrenecekleri basın ve yayın görevlilerinin, konuşmanların, yazarların  bile bu yanlışları, uyarılara karşın yineleyip durmaları, bu savın ne denli çürük ve yanlış oluşunun kanıtıdır. Açıkça kabul edilmelidir ki, günümüzde gençler güzel ve doğru Türkçe’yi, ne gazetelerden, dergilerden, ne televizyon ya da radyodan, ne de ana-babalarından duyarak ve görerek öğrenebilmektedirler. İşin en acıklı yanı, herkes aynı yanlışları yaptığından, yanlış, doğru sanılmakta; doğru söyleyip yazanlarsa yadırganmakta ve “ukalâ”lık yapmakla, “bilgiçlik” taslamakla suçlanmaktadır! Nitekim Yaşar da yazısının bir yerinde, daha yumuşak sözcüklerle ve çoğul olarak, “Biraz geçmiş özlemi, biraz da sözcüğün aslını bildiğimizi gösterme isteğimizin, değişimi yakalaması yeteneğimizi zayıflatması. Bu ikincisinde kendimi de zaman zaman yakaladığımı da saklamayayım” demektedir. Ârif olan taşın kime atıldığını anladı; ama ne olur Yaşar kendi adına konuşsun.    

Yaşar: «Aslında üç im de yetmiyor. Batı dillerinden gelen sözcüklere neden im koymayacaksınız? Ya “radikal”in “l”si im olmadığı için kalın okunursa! Ama böyle bir im olmalı ki, hem “k”yı kalın okutsun, hem de “l”yi ince okutsun. (…) Kulaktan öğrenmeye karşıysanız, yazının tüm ses özelliklerini göstermesi gerektiğini düşünüyorsanız, bu sorunlara da çözüm aramanız gerekiyor. (…) Eski yazıda şimdiki kadar bile im yoktu. Sözcüklerin okunuşu cümlenin gelişine bırakılıyordu.»

Ben: “Radikal”i imsiz yazar, sözlükte “k kalın, a kısa, l ince söylenir” diye yazarsınız olur biter; bu tür kaç sözcük var?

Ben, “kulaktan öğrenmeye karşıyım” demiyorum; bütün öğrenmenin “kulaktan öğrenmeye” bırakılmasının yanlış olduğunu, bir az abartarak söylersek kulaktan öğrenmek için kaynak kişi kalmadığını, bunun için önlem almak gerektiğini söylüyorum; konuşma dilindeki tüm ses özelliklerini yazıda göstermeye gerek olduğunu da ileri sürmüyorum. Ancak, özellikle renkli basının “kar/kâr”, “hala/hâlâ gibi sözcüklerde bile düzeltme imi kullanmama konusundaki ısrarlı tutumunun, bir sözcüğü ilk kez görerek öğrenen gençlerin o sözcüğü yanlış sesletmelerine, yanlış öğrenmelerine yol açtığını ileri sürüyorum. Sonra da yanlış öğrenip yanlış sesleterek yazanlara bakıp, “Artık bu sözcüklerin söylenişi ve yazılışı değişti. ‘sözcüğün aslını bildiğimizi gösterme isteğimizin değişimi yakalama yeteneğimizi zayıflatması’na izin vermeyelim, biz de yanlışa ortak olalım” deniyor. En azından Yaşar söylüyor bunu! 

Eski yazıda bile şimdiki kadar im olmadığını söyleyen Yaşar, eski yazı biliyor mu bilmem; biliyorsa, Şemseddin Sâmi’nin Kaamûs-u Türkî’sini karıştırıp madde başlarına bakmasını salık veriyorum; bakarsa, değerli yazarın sözcüklerin doğru sesletilmesi için yeni imler uydurduğunu görecektir. Şimdiki sözlük yazarları gibi ayraç içinde “a uzun okunur, u uzun okunur”a benzer notlar düşme gereğini duymamış.

Örneğin, resmî kurum durumuna getirilişine üzüldüğümüz eski Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’ünde (5. bas., 1969), “öke” anlamına gelen Osmanlıca “dâhî” sözcüğü, madde başı olarak “dâhi” biçiminde verilmiş, sesletimiyse (- -) imiyle gösterilmiştir; sözlük bana, “i”nin de “a” gibi uzun okunacağını söylemekte; yani, «“i” sesi sözlüğümüzde kısa yazılmıştır, ama sen bunu uzun olarak (“î” gibi) seslet; ancak yazarken, üzerinde düzeltme imi bulunan “â” sesi gibi uzun sesletilmesi gereken bu sözcüğü “î” ile değil “i” ile yaz» demektedir. Sözlükte böyle yüzlerce madde başı vardır. Bu tutum sözcüklerdeki uzun seslilerin yazılması konusunda tutarlı mıdır? Ya “dahi” biçiminde yaz ve iki sesli de uzun okunur diye bir de açıklama ekle; ya da açıklamaya gerek bırakmayacak biçimde “dâhî” olarak yaz. O zaman, Türkçe’de sözcükler yazıldığı gibi sesletildiğinden, ayrıca sözcüklerin nasıl sesletileceğini gösteren imlere de, açıklamalara da gerek kalmayacaktır. 

“Abeceyi elden geldiğince ‘gereksiz yazım imlerinden’ kurtarmak gerekir; bu gereksiz imler, okumayı da yazmayı da güçleştirmektedir,” deniyor; Yaşar yazısında böyle söylememiş ama sanırım o da böyle düşünüyordur. Bu savın hiç bir iler tutar yanı yoktur. Türkçe’de yazım imi olarak yalnızca “düzeltme imi” (^) vardır. Oysa, örneğin Fransızca’da doğru sesletimi sağlayan pek çok im bulunmaktadır; bu dilde kullanılan imlerden kimileri şunlardır: `, ´, ^: È, É, Ê, Ë, Î; À, Á, Â, Ä; è, é, ê, ë; î, ï; à, á, â. Fransa’da hiç kimsenin aklına bunların gereksiz olduğu, okumayı yazmayı güçleştirdiği, bunlardan kurtulunması gerektiği gelmez; hiç kimsenin aklına, (varsa) bunların kullanılmasını savunanları “geçmişe özlem duyduklarını”, “sözcüğün aslını bildiklerini gösterme isteklerinin değişimi yakalama yeteneklerini  zayıflattığını” söyleyerek suçlamak gelmez; kimse, “Canım, ne olacak, ünlü ressamın adının Cezanne (okunuşu: Sözan) değil Cézanne (okunuşu: Sezan) olduğunu herkes duyarak öğreniyor; “é” yerine “e” yazsak gereksiz bir imden kurtulmuş oluruz” demez; üstelik, sözcüğün sesletiminin değiştiğini söyleyerek sizi bilgisizlikle suçlarlar. Çünkü temel olan, yazılış değil, söyleyiştir. Benzer imler, Lehçe (Polonya dili), Çekçe, İspanyolca gibi dillerde de bulunmaktadır. Önemli olan, elden geldiğincesözcüklerin doğru sesletilecek biçimlerini bulmak değil mi?

Peki Aşk-ı Memnû yazarının adı Halit Ziya mıdır, Hâlid Ziyâ mıdır, Hâlit Ziyâ mıdır, Halid Ziya mıdır? Bir Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisine “Halit Ziya” sözcüklerini yazılı olarak gösterin bakalım, nasıl sesletecek?

Yaşar: «Kemal Bek’in kendisi söylüyor İngilizce’de  ‘one’ diye yazılan her hecenin ‘van’ okunamayacağını, örneğin ‘alone’ diye yazılan sözcüğün ‘ılôn’ diye okunduğunu. Bu ayrımları İngilizler düzeltme imleriyle mi öğreniyorlar?»

Ben: İngilizce sözcüklerin okunuşu konusundaki örnekleri, “okunduğu gibi yazılma / yazıldığı gibi okunma” konusunda vermiştim, ama neyse…

Hayır, İngilizler bunları düzeltme imleriyle öğrenmiyorlar: “Üç Değinme” başlıklı yazımda C. N. Wrenn’in The English (İngiliz Dili)  adlı kitabından alıntıladığım parçada belirtilen nedenlerden dolayı, sözcüklerin nasıl okunacağını “sesletim simgeleri abecesi” düzenleyerek çözmeye çalışmışlar. Bu abece, her İngilizce sözlüğün başında bulunmaktadır; sözcüklerin doğru söylenişini öğrenebilmek için bu abeceyi de bilmeniz gerekir. (Şimdi bu dili cd-romlardan öğrenmek isteyenler için sesli dil cd-romları çıktı da, iş bir az kolaylaştı.)

İngilizce’de düzeltme imi kullanımı hiç de yararlı olmaz; çünkü İngilizce, “okunduğu gibi yazılan / yazıldığı gibi okunan” bir dil değildir; “one”yi “van” diye okutmak için neresine im koyacaksınız? İngilizce örnek gösterilmesin; inanın İngilizce’nin bu özelliğinden, dolaylı da olsa yakınan dil araştırmacıları vardır; örneğin Historical English and Derviation (MacMillan and Co. yayını, Londra, 1931) kitabının yazarı J. C. Nesfield, İngilizce’nin sesletiminden, “Özyapısal özelliklerini dilimizin erken çağlarında belirleyen sesletim dizgesinin iyileştirilmesi için artık çok geçtir. Dilimizin bu günkü sesletimi, tam bir kaostur” (s. 73) diyerek yakınıyor. Bu kaosun neresini düzeltme imiyle düzeltecekler? Türkçe ise, “okunduğu gibi yazılan / yazıldığı gibi okunan” bir dildir ve sözcükler İngilizce’deki gibi kalıp olarak değil, “sesler, sonra da heceler, birbirine ulanarak” öğrenilir. Dilimizde sözcüğün bütününün yanlış söylenmesi sorunu yoktur; kimi Arapça ve Farsça sözcüklerdeki seslilerin yanlış sesletilmesi sorunu vardır. 

Yaşar: «Bir şey daha var. Niçin yabancı sözcükleri öz dillerindeki söylenişlerini hiç değiştirmeden söylemeye zorlayalım kendimizi. Hangi toplum böyle yapıyor ki? Hem niye yapsın? İngiliz’in Amerikan’ın “yoğurt” diyemeyip “yogurt” deyişine anlayış göstereceğiz, ama kendimizi yabancı sözcükleri Türkçe’de doğru söylemek konusunda cendereye sokacağız? (…) Her yabancı sözcüğü öz dilindeki gibi söyleyeceğim diye de kendi dilimin kurallarını bozamam doğrusu. Halk da bozmuyor, dilini koruyor. İyi de yapıyor.»

Ben: Yaşar, düşünmediğim ve yazmadığım şeyleri bana düşündürtmekte ve yazdırmakta kararlı anlaşılan. Ben “yabancı sözcükleri öz dillerindeki söylenişlerini hiç değiştirmeden söylemeye zorlayalım kendimizi” diye bir şey söylemedim ki. Elbet de Türkçelerini bulamazsam “neşe”, “sanat”, “mesele”, “meşâle” diyeceğim ve yazacağım; ama “meş’ale”deki eskiden (’) ile gösterilen ayın sesini söyleyemediğimden ve bu sesin kalkmasının a’yı uzatmasından dolayı, Yaşar’ın belirttiği gibi “meşale” değil ama, “meşâle” diyeceğim ve yazacağım.

Yaşar “Her yabancı sözcüğü öz dilindeki gibi söyleyeceğim diye de kendi dilimin kurallarını bozamam doğrusu…” değil de “Yabancı sözcükleri Türkçe’nin kurallarını zorlamadan söyleyebildiğim gibiyazarım” deseydi, dediğine katılırdım, ben böyle yapıyorum; ama sanırım   Fransızca “resaturant” sözcüğünü, Yaşar da en azından Türkçe ses uyumuna ve ikinci hecede “o” sesi bulunmaz kuralına aykırı olarak “restoran” biçiminde söylüyor ve yazıyor; şimdi bu, “öz dilimizin kurallarını bozmak ve cendereye almak” mı oluyor? O zaman, 8. yorumumda örneğini verdiğim aşevi işleticisi dükkânına “resture” yazınca, Yaşar’dan bir kat daha fazla cendereden kurtulmuş olmuyor mu? Adam hiç değilse, Türkçe’de ilk hece dışındaki hecelerde ‘o’ sesinin bulunmayacağı” yolundaki kuralı uygulamış ve sözcüğü daha bir Türkçeleştirmiş. Yaşar’ın bundan sonra cendereden kurtulmak için “resture” diye söyleyerek ve yazarak bir dereceye kadar cendereden kurtulmasını; hattâ ünlü uyumunu da sağlayıp “restüre” diyerek ve yazarak cendereden daha da fazla kurtulmasını salık veriyorum. Hattâ düzlük-yuvarlaklık uyumunu da sağlayarak “restire” biçiminde söyleyip yazarak, cendereden bütünüyle de kurtulabilir. Hele Yaşar’ın, “halk” diye öz dilini canla başla koruyan bir varlık varmış gibi, “Halk da bozmuyor, dilini koruyor. İyi de yapıyor” düşüncesine de tam uygun bir tutum olur bu; tutarlı olur.

Ama, halkın yaptığının özsavunmadan falan değil, düpedüz eğitil(e)memişlikten, bilinçsizleştirilmişlikten kaynaklandığını unutuyor; tuttuğu takımı, hem de cebinden dünyanın parasını harcayarak yarım yamalak İngilizce yazdırttığı “Kill For You” pankartıyla destekleyen taraftar da; oteline “The Marmara”, televizyonuna  “Show”, ”Flash” gibi adlar veren işadamdarı da; haber izlencesine “Haber Özel” ve benzeri adlar veren yapımcılar da; binbir güçlükle yürütebildiği tiyatrosuna “Tiyatro Kare”, “Tiyatro İstanbul” adlarını veren sanatçılar da; “Birbirimizin ‘alibi’siydik” diye yazan köşe yazarı da; sokak tabelasını “Fırıldak Sokak” diye yazan belediye memuru da; kitaplarını kendi kurduğu “L&M” yayınevinde yayımlayan, yayınevinin adının da Leylâ ile Mecnun’un baş harfleri olduğunu, bir de İngilizce olarak “el em” okunduğunda divan şiirinin “elem”ini anımsattığını söyleyip açıklayan bilim adamımız da halk değil mi? Halk “Okşizen”, “şarz”, “kontür” ve benzeri sözcükleri, bunları doğru biçimleriyle söyleyip yazanlardan çok daha yaygın olarak kullanır; Yaşar, yaşamında hiç “okşizen”, “şarz”, “kontür” vb. demiş ve yazmış mıdır? Demiş ve yazmışsa, yanlış demiş ve yazmıştır. Bunun dilimizin kurallarını bozmakla, özsavunmayla, cendereyle falan ne ilgisi var? “En doğrusunu halk bilir coşumculuğu”ndan kurtulalım artık.  

İngiliz’in Amerikan’ın ‘yoğurt’ diyemeyip ‘yogurt’ deyişine anlayış göstereceğiz…” diyor Yaşar.  Bana ne elin İngilizinin, Amerikanının (daha doğrusu Amerikalısının) “yoğurt”u nasıl söylediğinden. Benim karşı çıktığım, “kamil” yazıp, sonra da bu yazımın yanlış sesletileceğinden kaygılanılarak, “k’yı ince, a’yı uzun okuyacaksın” diye açıklama yapılması zorunluğunun duyulması. Bu açıklama yapılmak zorunda kalınıyorsa, demek sözcük yanlış yazılıyor. İnce k ve uzun a ile sesleteceksem, “kâmil” yazarım olur biter.

Yaşar: «Bakın her sesi nasıl söylediğimizi belirtmeye kalkışırsak yazımız ne hale geliyor: Mêmur, têsir, têvil, berâber, cumhûriyet, nîsan, hazîran, mâvi, Lôzan, dakîka, tâne, âbêcê… Bu görüntüyü, aydınlanmacı bir insan olduğu yalnızca o yazısından bile anlaşılan Kemal Bek’in içinin kaldıracağına inanasım gelmiyor benim.»

Ben: Bu yazıda bilmem kaçıncı olarak yineleyeceğim; ben “her sesi nasıl söylediğimizi belirtmeye kalkış”alım demiyorum. Yaşar’ın belirttiği sözcüklerden “alfabe” anlamına gelen sözcüğün kısa seslilerle “abece” okunması gerekir aslında; nasıl “alfâbe” dediğiniz ve yazdığınız zaman yanlış oluyorsa, “âbêcê” deyip yazarsanız da yanlış olur. Uzun e ile sesletilmesi gereken sözcüklerle Lozan sözcüğünü kısa olarak sesletene de şimdiye dek rastlamadım; dolayısıyla bu ve benzeri sözcükleri düzeltme imli yazmanın da gereği yok.  Ama ötekilerde, bana göre kullanılması gerekir. Çünkü, sorun yalnızca doğru okuma sorunu değil, aynı zamanda im kullanımında tutarlı olma sorunudur. “Bâkir” sözcüğünün “Fakir”den farkı, yalnızca birinin başında “b”, ötekininse “f” bulunması mıdır? Bu tutarsızlığı “aydınlanmacı bir insan” olarak Yaşar’ın içi nasıl kaldırıyor acaba?

Sağ olsun, Yaşar yazısının bir yerinde dilimin temiz olduğunu söyleyerek iltifat etmiş; yukarıda alıntıladığım bölümde de, “aydınlanmacı bir insan olduğu yalnızca o yazısından bile anlaşılan Kemal Bek” diyerek ikinci kez iltifat ediyor; ama her iki iltifatında da “Üç Değinme” yazımdaki kimi düşünceleri bana yakıştırmadığını sezdirmeyi de savsaklamamış. Benim anlamadığım, “gerektiğinde düzeltme imini kullanmaktan korkmayalım” demekle “aydınlanmacı” olmanın (ya da olmamanın) ilgisi. Birbirimizi kategorilere ayırmanın kimseye, hele tartışmaların çözüme ulaşmasına hiç bir yararı yok.

III. “TÜRKÇE SÖYLENDİĞİ GİBİ YAZILIR, YAZILDIĞI GİBİ OKUNUR, AMA…”

“Üç Değinme” başlıklı yazımda, üçüncü olarak, Feyza Hepçilingirler’in “Türkçe’nin yazıldığı gibi okunan  / okunduğu gibi yazılan bir dil olmadığını” söylemesine karşı çıkmış, “Okunduğu gibi yazılmayan dil örneği” olarak İngilizce’den örnekler vermiştim. Yazısının bu bölümünde Yaşar, benim ileri sürdüğüm düşüncelere daha yakın görünüyor, bana katıldığını söylüyor; ama bu konuda da bana katılmadığı noktalar var; çünkü gene, “Ancak… diye sürdürüyor yazısını:

Yaşar: «Türkçe dilbilgisi kaynakları, Türkçe’nin sesçil, yani fonetik, yani yazıldığı gibi okunan / söylenen bir dil olduğunu belirtirler. Bu konuda dilbilimcilerin arasında bir anlaşmazlığa ben rastlamadım. Ancak (…) çoğu şu ayrımı da belirtirler: “Genellikle”. İşte bu “genellikle” sözüyle, bu genel kurala uymayan özel durumların da olduğunu vurgulamış olurlar ve yeri geldiğinde örneklerini de verirler.»

Ben:  Hangi dilbilimciler, “yeri geldikçe” hangi örnekleri vererek hangi kitaplarında “bu genel kurala uymayan özel durumların da olduğunu” söylemişler, belli değil; kaynak vermemiş Yaşar. Bence de dilbilimcilerin arasında anlaşmazlık olamaz; çünkü ortada anlaşmazlık çıkmasını gerektirecek bir durum yok. Muharrem Ergin’den Tahsin Banguoğlu’na Türkçe’de yayımlanmış hemen hemen bütün dilbilgisi kitaplarını (merâkım ve mesleğim gereği) okudum; hiç birinin “genellikle” deyip “özel durumlar” konusunda verdikleri örneklere rastlamadım. Ola ki Yaşar, benim gözden kaçırdığım kitapları söz konusu ediyor; künye ve sayfa numaralarını verseydi…

Yaşar: «Hepçilingirler’in kitabını okurken o söylediği yanlış görüşe benim takılmayışımın, hatta unutuşumun, Hepçilingirler’in o sözü, kendi maksadını aşan bir söz olarak söylediğini düşünmem nedeniyle olduğunu, yazı için kitaba döndüğümde anladım.

(…) Peki, Hepçilingirler niçin Türkçe’nin söylendiği gibi yazılan bir dil olmadığını söylüyor? Öğe / öge örneği dışında, kitabında verdiği örneklerden benim çıkardığım, Türkçe’de bir harfin başka başka sesleri gösterdiğini söylemek gibi bir amacının olmadığı. Buradan da, ifadesinin kastını aşan genişlikte olduğu sonucuna varıyorum.»

Ben: Hepçilingirler’in cümlesini yeniden yazıyorum: “ ‘Hani Türkçe’de sözcükler yazıldığı gibi okunur, okunduğu gibi yazılırdı’ diyebilirsiniz (…) Ben de size bunun kuyruklu bir yalan olduğunu söylerim.” Bu ifâdenin neresinde, Yaşar’ın yazısının alıntıladığım iki ayrı yerinde yinelediği anlamda “maksadını aşan bir söz” var? Hepçilingirler, eğip bükmeden, düpedüz bir yargı belirtmiş. Hepçilingirler’e sorarsanız, sanırım şimdi de bu yargısının arkasında olduğunu söyler; dahası kendisince bir takım kanıtlar ve örnekler de gösterir. Bana sorarsanız,  Hepçilingirler’i savunayım derken, Yaşar “maksadını epeyce aşmak” zorunda kalmış. Yaşar’a sorarsanız, Kemal Bek’in söyledikleri hep yanlıııış, teeers; Hepçilingirler’in Yaşar’ın katılmadığı bir düşüncesiyse, “maksadını aşan bir söz”!

Yaşar, (Hepçilingirler’in “Söylendiği Gibi Yazmak” adlı yazısından söz ederek şöyle diyor:) «Ama o yazıda da derdi, konuşma dilindeki kişisel, yerel, duygusal vb. nedenlerle ortaya çıkan söyleyiş ayrımlarının (yapıcam, bi koşu, gidiyom, okuyo… vb.) yazınsal gerekçelerle zorunlu olmadıkça yazıya geçirilmesi modasının sakıncalarına değinmek. Yoksa Türkçe’nin söylendiği gibi yazılmayan örneklerinin ‘genel özellik’ verecek denli çok olduğu gibi bir savı yok..»

Ben: Üç Değinme” başlıklı yazımda Hepçilingirler’den yaptığım alıntıyı yineliyorum:

«Şiar Yalçın ve Yanlışları” başlıklı yazısında (159-161) da, Şiar Yalçın’ın gazetedeki sütununda yanlış yazılıp söylenen kimi sözcüklerin listesini verdiğini belirttikten sonra şunları söylüyor: “Bu altı Türkçe sözcükten biri de ‘öge’ sözcüğü ve bu sözcükle ilgili ‘öge-> yanlış / öğe-> doğru’ dedikten sonra bir de not eklemiş Şiar Yalçın: ‘Öztürkçeciler  kesin karar versinler! Hem kendisini ‘öztürkçeciler’den ayıran hem de onları incitmemeye özen gösteren hoş bir sitem; (…) ‘Öğe’ sözcüğüne gelince, böyle yazılır ve ‘öge’ diye okunur. Bu kadar! Görüldüğü gibi pek karışık bir durum yok ortada. Karşı çıkmak isterseniz ‘Hani Türkçede sözcükler yazıldığı gibi okunur, okunduğu gibi yazılırdı!’ diyebilirsiniz yalnızca; ben de size bunun kuyruklu bir yalan olduğunu söylerim.»

Şimdi de Yaşar’ın “savunma”sını yineliyorum: «Peki, Hepçilingirler niçin Türkçe’nin söylendiği gibi yazılan bir dil olmadığını söylüyor? Öğe / öge örneği dışında, kitabında verdiği örneklerden benim çıkardığım, Türkçe’de bir harfin başka başka sesleri gösterdiğini söylemek gibi bir amacının olmadığı. Buradan da, ifadesinin kastını aşan genişlikte olduğu sonucuna varıyorum.»

Şiar Yalçın, “öge” sözcüğünün kullanılmaması gerektiğini, doğrusunun “öğe” olduğunu söylemiş. Hepçilingirler, “öğe” yazılıp, “öge” okunur diye ona karşı çıkmış; bu konuda Hani Türkçede sözcükler yazıldığı gibi okunur, okunduğu gibi yazılırdı!” diyebilecek“öztürkçeciler”e de derslerini vermiş: “Ben de size bunun kuyruklu bir yalan olduğunu söylerim.” Artık Yaşar’ın, Hepçilingirler’in sözlerini, “Türkçe’nin söylendiği gibi yazılmayan örneklerinin ‘genel özellik’ verecek denli çok olduğu gibi bir savı yok» diyerek “tevil” etmesinin ne anlamı var ki?

Yaşar: «Öge / öğe” tartışmasına gelince… Niçin saklayayım, bu konuda benim bir görüşüm yok.»

Ben: Ben yardımcı olayım: Bu tartışmada Şiar Yalçın haklı, Feyza Hepçilingirler haksız. Çünkü, sözcüğün aslı “öge”dir (“uzuv, organ” anlamına gelir); bir çok sözcükte olduğu gibi günümüzde bu sözcükte de “g” sesi, iki sesli arasında kaldığı için yumuşayarak “ğ”ye dönüşmüştür. (Eskil “g” sesi, ya “yaylag > yayla” örneğinde olduğu gibi düşer; ya da “bügü > büğü > büyü” örneğinde olduğu gibi önce “ğ”ye, sonra “y”ye dönüşür. Nitekim “öğe”deki “ğ”, “y”ye dönüşürken geriye benzeşmeyle “e”yi “ü”ye çevirerek sözcüğün bir çeşitlemesi olan “üye” sözcüğünü de yaratmıştır; bu gün “öğe”yi “unsur”, “üye”yi “âzâ” anlamında kullanıyoruz.      

Gelelim Hepçilingirler’in savına: “Öge” sözcüğü hiç bir zaman “öğe” diye okunamaz. Bu cümlemdeki hem “öge”yi hem de “öğe”yi, demek ikisini birden, Hepçilingirler ve okurlar “öğe” diye mi okudu şimdi?

“KEMAL BEK’İN DİĞER ÖNERİLERİ”

Yaşar: «Kemal Bek yazısında, Feyza Hepçilingiler’in genel tutumunu gözden kaçırdığı için, onun “Şapkalar Kalktı mı?” başlıklı yazıda şapkaları canla başla savunduğunu düşünüyor. (…) O yazıda genel olarak şapkalar savunulmuyor ki! Ömer Asım Aksoy’un ilkeleriyle yazımda korunması  doğru bulunan şapkaların -ki onlar şapkacıların yazım kılavuzlarında zaten var- kılavuzda varsa yazıda da olması gerektiği savunuluyor. Ne yapsaydı? Kendi yazım biçimiyle ters mi düşseydi?»

Ben: Yaşar bana kibarca, “Okuduğunu anlamamışsın” demiş; bunu derken de haksızlık etmiş. “Üç Değinme” başlıklı yazımdan ilgili bölümü alıntılamak zorundayım:

«İşin garibi, Hepçilingirler “Şapkalar Kalktı mı?” başlıklı yazısında (s. 162-163), “Ayrı mı Bitişik mi?” yazısındakinin tersine bir tutumla, bu kez “^” imini canla başla savunuyor! Bir koşulla, bu im örneğin “kar” ve “kâr” gibi birbirine karışabilecek (!) sözcüklerde kullanılmalıymış.»

Yaşar “Bir koşulla,” diye başlayan cümlemi ya atlamış, okumamış; ya da Bektâşî’nin “Şarhoşken…” sözünü atlayıp cümlenin yalnızca “…. namaza yaklaşma” bölümünü alarak namaz kılmamasına bahane yapması gibi, benim bu cümlemi görmezden gelip, yine söylemediğim bir düşünceyi söyleterek, Hepçilingirler’in “şapkaları canla başla savunduğunu” ileri sürdürtmüş bana; sonra da bir güzel yanıt vermiş!

Yaşar: «“Elbette”nin (…) “elbet de” olarak kullanılışını hiç anımsamıyorum. Eğer bu kullanım bir zamanlar geçerli olan kullanımsa, o biçimini şimdi de kullanmak değişime direnmek değil mi?»

Ben: Ben anımsıyorum. Ama bir zamanlar kullanıldığı ve “değişime direndiğim” için değil, doğrusunun “elbet de” olduğu için böyle kullanıyorum. Yaşar’ın “kalıplaşmak”, “değişim”, “… ama yazım kılavuzlarında böyle değil” gibi sihirli dilbilgisi kavramları, hazır cümleleri var.

“Değişim”in, “kalıplaşma”nın dilbilgisiyle, dilbilimle; anlambilimle, kökenbilimle, biçimbilimle vb. açıklanmasına, dilin devingen bir varlık olduğu yargısına sözüm yok. Verdiği öteki örneklerin değişmesinin ya da kalıplaşmasının tümünün dilbilimsel açıklaması vardır. Yaşar “elbet de”nin “elbette” oluşunun değişimine ve kalıplaşmasına nasıl bir bilimsel açıklama getirir merak ediyorum. Bana sorarsanız, “Elbet de”deki “de”, bağlaçtır. Bağlaç olan “de…”ler ayrı yazılır ve iki cümleyi ya da öğeyi birbirine bağlar: “Elbet de gelirim”; “Ayrılsak da birlikteyiz” gibi.

“Elbet de”deki bağlaç, neden değişmiş, neden kalıplaşmış? Hiç bir nedeni yok! Günün birinde bu sözcüğü birileri “elbette” biçiminde yanlış yazmış; birileri bu yanlışın yaygınlaşmasına bakarak bu yazımı kılavuzlarına, sözlüklerine almışlar, bir de “artık bu sözcükteki bağlaç ekleşti, kalıplaştı, bitişik yazılması gerekir,” diye fetvâ vermişler… Bu yargı tartışılmaksızın yinelenip duruyor. Bir de buna benzer olarak, “mâdem ki”nin “mâdemki” biçiminde yazılma yanlışı var; sanırım yazarımız “değişime direnmediği” için bunu da “kalıplaşmış” sayıyordur. Korkmasın; “yanlış”a doğru olan değişime direnmek suç değildir!  

Yaşar: «Kemal Bek yazısının dipnotlarından birinde, “hala” ile “hâlâ”nın da aslında karışmadığını, karışabileceği durumlara örnek bulamadığını, “babanın kızkardeşi” anlamındaki “hala”nın tek başına kullanılmadığını söylüyor. Büyük ailelerde, özellikle köylerde, büyük halalara (…) yalnızca hala dendiğini biliyorum.»

Ben: Yazımın 6. dipnotunu buraya aynen almak zorundayım:

«Bu sözcüklerin (demek “hala ile “hâlâ”nın) birbirine nasıl karışabileceğini de hâlâ anlamış değilim. Bir arkadaşımla bu konudan söz ederken, “İyi ama, ‘Hala gelmedi’ yazarsak ‘hala’nın özne mi zaman zarfı mı olduğunu nasıl anlayacağız?» diye sordu. Ben de, “Zaman zarfıysa, gelmeyenden zâten bir önceki cümlede söz edilmiştir; “Babamı merak ediyorum. Hala gelmedi” cümlesinde, “hala”nın “babanın kız kardeşi” olarak anlaşılması olasılığı var mı? Hem sonra, “babanın kız kardeşi” olan “hala” gelmediyse, “Halam gelmedi”, “Halan gelmedi” ya da “Halası gelmedi” demez miyiz? Dolayısıyla “hala” ve “hâlâ” birbirine karışmaz,» diye yanıt verdim. Düşündü, “Haklısın,” dedi. “Hâlâ”yı, “hala”yla karışabileceği için değil, ses değerleri farklı olduğu için “â” ile yazmak gerekir.»

Yaşar bana söylemediğim sözleri söyletmekte devam ediyor; üstelik bir şeyler söylüyormuşum ama bir türlü örnek bulamıyormuşum! Bu cümlelerin arasında, “Örnek bulamıyorum” diye bir cümle var mı? “Hala sözcüğü tek başına kullanılmaz” diye bir yargı var mı? Örnek aramadım ki bulayım; olmayan duruma örnek aranır mı? Örnek olsa, o zaman 6. dipnotunu yazmaya gerek olmazdı. 

“Babamı merak ediyorum. Hala gelmedi” cümlesindeki “hala”yı zaman zarfı olarak değil de “babanın kız kardeşi” olarak anlayanın da mantık sorunu var demektir. Babasını merak eden kişi, halasının gelmediğini neden belirtsin? Ama, halasını da ayrıca merak ediyorsa, o zaman “Babamı merak ediyorum. Halam da gelmedi” demez miydi?

Bir soru: Yaşar “kız kardeş”i “kızkardeş” olarak yazıyor; peki “erkek kardeş”i de “erkekkardeş” yazımıyla mı yazıyor? Ya “amca oğlu”nu, ya “hala kızı”nı ve benzerlerini?

*

Ek: Yaşar, Ömer Asım Aksoy’un Ana Yazım Kılavuzu’nu yıllardır masasından rafa kaldırmıyormuş; rastlantıya bakın ki benim masamda da Aksoy’un ve başkalarının yazım kılavuzları var ve ben de yıllardır bunları rafa kaldıramamışımdır. Yalnızca ben ve Yaşar mı? Hiç bir aydın kaldırmıyordur; ama aydınların yapması gereken bir şey daha var: Yazım kılavuzlarının önerilerinin dokunulmazlıkları olduğunu düşünmeyip, bunları aklın ve bilginin süzgecinden geçirmek…

Hürriyet Yaşar’a, bana yanıt vererek düşüncelerimi yeniden açıklamamı sağladığı için teşekkür ediyorum.