ŞİİR ÇEVRİLEBİLİR Mİ?

 ŞİİR VE ÇEVİRİSİ

Maltepe Üniversitesi kültür şenliğinde yer alan, “klasiklerin günümüz dilinde yayımlanması” konulu bir söyleşiye, Bordo Siyah yayınları editörü olarak katıldım. Oturum yöneticisi, dostum Yusuf Çotuksöken’in bana sorduğu sorulardan biri de, “bir yapıtın dilden dile ve dil içi çevirilerde bir şeyler yitirip yitirmediği” yolundaydı. Kestirmeden gidip, “Sanat yapıtı, yalnızca şiir değil düzsöz yapıtlar da içinde olmak üzere çevrilemez; çeviride çok şey yitirir,” diye başlayarak, dilim döndüğünce düşüncelerimi söyledim.

Salonda başka bir izlence olduğu, biz de süremizi doldurduğumuz için dinleyicilerin soru sormasına zaman kalmadı. Daha sonra okulun çayevinde söyleşirken, yayınevi sahibi olan bir arkadaşım, “Neden böyle düşünüyorsunuz? Öyle çeviriler vardır ki, asıllarını aratmaz, dahası, asıllarından çok daha zevk verir,” dedi. Konuştuk; ama ortak bir noktaya varamadık.

Bu yazıda, o arkadaşıma söylediklerimi, o sırada aklıma gelmeyenleri de katarak aktaracağım:

Sanat türleri arasında dil farklılığı olduğu gibi (söz gelimi resim dili ile tiyatro dilinin farklılığı); asıl malzemesi dil olan yazın söz konusu ise, yapıtın yazıldığı dille çevrildiği dil de farklıdır. Örneğin, Hemingway’in The Old Man and the Sea kitabının diliyle, benim Yaşlı Adam ve Deniz adıyla yayımlanan çevirimin dili aynı mıdır? İlki, Hemingway’in beyninde ve gönlünde yaratılan dildir ve asıl olan budur; benim çevirim ise, benim beynimde ve gönlümde yaratılan metindir ki, ne denli güzel ve doğru olursa olsun, hiç bir zaman aslının yerine geçemez; ikincil niteliktedir. Yazın yapıtı bir kez yazılır, kendi dilinde ya da bir başka dilde ikinci kez yazılamaz; bu nedenle çeviri (Yaşlı Adam ve Deniz), aslının (The Old Man and the Sea) ancak kopyası sayılmalıdır.

Dahası, ben bir az daha ileri giderek şunu da söyleyeceğim: Bir metni, yazarı bile ikinci kez yazamaz; yazma girişiminde bulunsa bile, o metin, ilk metin olamaz. Bu nedenledir ki Ray Bradbury, o unutulmaz Fahrenheit 451 kitabının sonunda, gönüllülere kitapların özetlerini değil, daha zor ve daha sıkıntı verici olsa da, asıllarını ezberletmektedir.

Bu söylediklerim, en çok da şiir için geçerlidir. Çünkü, bana göre şiir dili, düzsöz dilinden çok daha özgül ve kişisel bir üst dildir; şiiri oluşturan bileşenler, düzsöz yapıtlarında olduğundan çok daha karmaşık, kendisini belli etmeyen, söz ustalığından da ötede söz yalvaçlığı gerektiren bir dil örüntüsüdür. Çevirdiği, örneğin James Joyce’un Ulysses romanında olduğu gibi dili çok özel olan, bir başka deyişle şiir gibi çok bileşenli bir metin değilse, bir çevirmen kaynak dille hedef dil arasında pek çok yakınlıklar, örtüşmeler, benzeşimler bulacaktır.

Bu olanak şiir için söz konusu değildir; söz konusu olursa, o zaman o metin şiir olamaz. (Ya da şiir olur; ama bu, özgün şiirin bir başka dilde yeniden söylenmişi, kısacası çevirmenin kendi şiiri olur. Oysa bu dokunca, aslından farklı metinler olsa da roman ve öykü için pek geçerli değildir.)

Örnek: Baudelaire’in gözde teması olan “spleen”i (iç sıkıntısı) işlediği şiirlerden birinin ilk kıtası:1

Quand le ciel bas et lourd pése comme un couvercle

Sur l’esprit gémissant en proie aux longs ennuis,

Et que de l’horizon embarrasant tout le sercle  

Il nous verse un jour noir plus triste que les nuits;

Bu kıtanın, Suut Kemal Yetkin’in kalemiyle çevirisi:2

Gök çökünce sıkıntılarla sızlanan

Ruha bir kapak gibi, ağır ve basık,

Dökünce çemberi kuşatan ufuktan

Gecelerden de acı siyah bir ışık;  

Aynı kıtanın, Erdoğan Alkan kalemiyle çevirisi:3

Basık, ağır gökyüzü tıpkı bir kapak gibi

Sıkıntının kurbanı ruhumuza çökerken,

Ve ufuk kucaklayıp sonsuz gök çemberini

Geceden daha hazin kara bir gün dökerken;

Yorum ve sonuç:

Fransızca bilmediğim için, hangi çevirinin “daha doğru” olduğunu söyleyemem; ama çeviri metinlerin ikisinin de “aynı şiirin çevirileri olduğu” ilk bakışta hemen anlaşılamıyor; dikkatle okuduğunuz zaman, şiirin yalnızca “demek istediği”ni, eski deyişle “meâli”ni verebildikleri anlaşılabiliyor. Çünkü, ilk metin, Baudelaire’in; ikincisi, S. K. Yetkin’in; üçüncüsü ise, E. Alkan’ındır ve Fransızca’yı pek iyi bildikleri kuşkusuz olan iki çevirmen de, Baudelaire’in metnini kendi dillerinde yeniden yazmışlardır; başka türlüsü de olamaz. O zaman şunu söyleyebiliriz: “Şiirin (ya da romanın ya da öykünün) çevirisi, “aslının aynı” değildir. Çünkü Baudelaire bu metni bir kez yazmıştır ve bu metin Fransızca’da da, Türkçe’de de bir daha yazılamaz. Bu kıtayı, Fransızca’yı en az Yetkin ve Alkan kadar bilen sınırsız sayıda çevirmene verseniz, her birinin “şiiri” değil, zorunlu olarak “anlamı”nı çevireceğini ve böylece de ortaya kıtanın sayısız çeviri metninin çıkacağını söylemek, sanırım bakıcılık ya da falcılık sayılmaz.

Söz gelimi, Baudelaire’in “les nuits”i (geceler), Yetkin’de “geceler”, Alkan’da “gece”dir.  Baudelaire’in “triste”i (hüzün), Yetkin’de “acı”, Alkan’da “hüzün”dür. Şimdi soru şu: Baudelaire’in kafasındakini, hangi çevirmen “aslının aynı” olarak çevirmiş? “Gece” ile “geceler”in, “acı” ile “hüzün”ün anlamı aynı mı? Çevirmenlere neden öyle değil de böyle çevirdin denebilir mi? Yoksa benim gibi umutsuzlukla, “Çeviri, hiç bir zaman aslının aynı değildir; Baudelaire’nin metni çevrilince, kaçınılmaz olarak pek çok şeyi yitiriyor,” mu demeli?

Şiir, (en azından Baudelaire’in bu kıtası) biçim demek olduğundan, çevirmenler kendi metinlerini, haklı olarak Baudelaire’in kıtasındaki biçime uyma kaygısıyla yazmışlar. Söz gelimi, özgün metinde uyak düzeni, a b a b’dir (couvercle / ennuis / cercle / nuits). Her iki çevirmen de bu uyak düzenini korumuşlar: Yetkin: sızlanan / basık / ufuktan / ışık ve Alkan: gibi / çökerken / çemberini / dökerken). Ama, Fransızca söz dizimi Türkçe’dekinden farklı olduğundan, örneğin özgün metnin birinci dizesinin sonundaki “comme un couvercle” (bir kapak gibi) söz kümesini Alkan dizenin sonuna denk getirebilirken, Yetkin, ikinci dizenin ortasına almak zorunda kalmış. Bu da, her iki çevirinin uyaklarının farklı sözcüklerde aranmasına yol açmış.

O zaman, Alkan “bir kapak gibi”ye uyak olarak, asıl metinde de üçüncü dizenin sonunda olan “cercle” (çember) sözcüğünün karşılığı olarak “çemberini”yi aynı yerde kullanırken; Yetkin, çevirisinde ilk dizede kullandığı “sızlanan”a uyak olmak üzere, özgün metinde üçüncü dizenin sonunda yer alan “l’horizon” karşılığı olarak “ufuktan” sözcüğünü kullanmış. Uyakların böyle kullanılması da iki çevirinin seslerinin hem birbirinden, hem de özgün kıtadan farklı olmasına yol açmış; şiirde en az anlam kadar, belki de ondan daha fazla önemli olan “şiir sesi”, bir başka deyişle “şiir dili müziği” özgün metinden farklı olarak ortaya çıkmış.

Bu, şu genellemeyi yapabiliriz anlamına geliyor: Çeviri şiirde, özgün metnin şiirsel müziğini tutturabilmek, pek seyrek görülen bir rastlantıdır. Dolayısıyla da, şiirin çevirisi, hiç bir zaman “aslı” değildir; şiir, çevrilirken pek çok şey yitirir.

Peki, “aslı gibi”, dahası, aslından daha güzel olan şiir çevirisi olmaz mı? Olur, ama ona da özgün şairin değil, çevirmenin şiiri demek daha doğru olur. O zaman çevirmen, çeviri yapacağına kendisi şiir yazsın daha iyi.

Buna örnek olarak, Baudelaire’in Balkon şiirinin ilk kıtasının Erdoğan Alkan’ca yapılan çevirisini vereyim:4

Anıların annesi, güzellerin güzeli,

Sen tüm arzum, emelim, tüm çabam şu dünyada!

Sıcak okşayışları anımsarsın değil mi?

Tüten tatlı ocağı büyülü akşamlarda,

Anıların annesi, güzellerin güzeli!  

Aynı kıtanın şimdi vereceğim çevirideki şekline bakın ve okurken, hangi ünlü şairimizin çevirisi olduğunu tahmin etmeye çalışın:

Hâtıralar annesi, sevgililer sultânı,

Ey beni şâd eden yâr, ey tapındığım kadın.

Ocak başında seviştiğimiz o zamanı,

O cânım akşamları elbette hatırlarsın.

Hâtıralar annesi, sevgililer sultanı.

Evet, doğru tahmin ettiniz; bu çeviri, Cahit Sıtkı Tarancı’nın.5 Fransızca bilmiyor ve dolayısıyla kıtanın özgün metnini okumamış olsak da, ilk metnin aslına daha bağlı, ikincisinin şairin kendi şiirinden kimi renkler taşıdığı, dolayısıyla daha serbest “evrildiği” sezilebiliyor. İlkinde “sıcak okşayışları” sözcükleri, ikincisinde “seviştiğimiz”; ilkinde “tüten tatlı ocak”, ikincisinde daha şiirsel olarak “ocak başında” biçimindedir. Bana sanki, Tarancı’nın çevirisinin şairin kendi şiir anlayışının süzgecinden geçtiği izlenimini veriyor.

Elbet de, kıtanın özgünüyle yapılacak bir karşılaştırma, iki çevirinin de Baudelaire’in kıtası olmadığını; bu kıtaların, çevirmenlerinin metinleri olduğunu somut olarak gösterecektir.

Aslında fazla söze ne gerek: Her çeviri aslının kopyasıdır ve hiç bir kopya aslının yerini tutmaz.

Keşke, yazının başında sözünü ettiğim söyleşide bunları da söyleyebilseydim!

*

Yukarıdaki yazımı, düşüncesini almak için, arkadaşım ve adaşım Kemal Özdemir’e okuttum. Kaşlarını çattı, “Mâlûmu îlâm! Başka sözüm yok,” dedi.

 

1 Baudelaire ve Kötülük Çiçekleri, Suut Kemal Yetkin, Varlık yay., İstanbul, 1967, s. 121.

2 Agy., s. 120.

3 Kötülük Çiçekleri,  Charles Baudelaire, Varlık yay., İstanbul, 5. bas., 2004.

4 Agy. s. 68

5 Fransız Şiiri Antolojisi, Orhan Veli, Varlık yay., İstanbul, 1956, s. 44

2 Comments

  1. Sevgili Kemal Bek Kardeşim,
    Hem son öykünüzü hem de “Şiir Çevrilebilir mi?” yazınızı zevkle okudum. Şiir için çevrilebilmeyi tartışabiliriz; ama düzyazının çevrilebileceğine inanıyorum. Elbette (Ben “elbet de” yazamıyorum; çünkü yazımda ikilik olmasından korkuyorum.) çevirinin son derece yetkin bir çevirmen, özellikle iyi bir yazarca gerçekleştirilmesi koşuluyla. Niye Rusça çevirilerde Ataol Behramoğlu, daha eskilerde Hasan Ali Ediz adlarını arıyoruz? Niye Fransızca çevirilerde Ataç, Bertan Onaran, Suut Kemal Yetkin gibi adları arıyoruz? Şimdiki film çevirilerinde gördüğümüz acınası komiklikleri düşünüyorum, bir de gerçekten tat alarak okuduğumuz romanları. Poe’nun ünlü şiirinin Melih Cevdet Anday çevirisinin yetkinliği çoğu uzman tarafından dile getirilir.
    Sevgiler…

    • Mehmet Bey, benim söylemek istediğim, şiirde de düzsözde de “asıl metin”le “çeviri metnin” aynı şey olmadığı; çeviri metnin kendi başına, asıl metinden bağımsız, ne kadar yetkin olursa o kadar yazın yapıtı, ama farklı bir yapıt olduğuydu:D Bence “elbet de” yazmaktan korkmayın; bakın siz “düzyazı” yazıyorsunuz, ben Cevdet Kudret’i izleyip “düzsöz” yazıyorum. Neden böyle yazdığımı belirtmiştim. Söz gelimi, “sözlü edebiyat” yerine, “sözlü düzyazı” demek bir az tuhaf oluyor. “Sözlü düzsöz”, “yazılı düzsöz” demek daha doğru geliyor. Neden “elbet de” yazmamız gerektiğini, okuduğunuz değinmede belirtmiştim. Saygı, sevgi…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir