PLATONİK BİR AŞK ÖYKÜSÜ

PLATONİK BİR AŞK ÖYKÜSÜ

Kemal Bek

Kaplan Bey, daha kapıdan girer girmez amfideki uğultu sona erdi. Bir şey demeden sınıfa bir göz attı, kürsüye geçip oturdu; ne “Tünaydın!”, ne başka bir esenleme. Hepimiz hemen kürsü önünde kuyruk olup teker teker devam karnelerimizi imzâlattık. Artık dersi dinlemeye hazırdık. Ben evde hasta yatan babamı düşünmemeye çalışarak dersi dikkatle dinleyebilecek miydim; anlatılanları tek sözcük kaçırmadan deftere not alabilecek miydim, bilmiyordum.

Kaplan Bey derse başlamadan önce çantasından, kapağında beyaz zemin üzerinde birbirini kesen mavi, kırmızı, mor renkli kalın çizgiler bulunan bir kitabı çıkarıp bize doğru çevirdi:

– Yarından başlayarak, bir hafta boyunca bu kitabı incelemeye başlıyoruz… Tanpınar’ın “Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi” kitabı. Epey zamandır tükenmişti, Çağlayan Kitabevi ısrarlarım üzerine üçüncü defa yeniden bastı. Herkes bu gün birer tane edinsin! dedi.

Ders, dikkatle başladı, sıkıntıyla bitti. İlk on dakika sonra dikkatler pelteleşmiş; ders boyunca yalnızca önündeki notlara bakan, gözlerini bir kez bile sınıfa çevirmeyen hocayı dinleyen pek az arkadaş kalmıştı. Sağımda oturan Refik’in, kafasında yeni bir şiir oluşturduğu besbelliydi. Solumdaki Cengiz, yine yakalanmaktan çekinmeden özlemli gözlerini Gönül’e çevirmişti. Yusuf’un dersi çok dikkatle dinlediğini söyleyemem; ama Timur, benim yapmak istediğim gibi, harıl harıl not tutuyordu. Eyüp, önümdeki sırada, İsmet’in fısıltıyla söylediklerini dinlerken kalemini dişliyordu. Kızlar grubunda, hemen herkes gözlerini hocaya dikmişti; ama dersi hepsi aynı dikkatle mi dinliyordu, bilemiyordum. Kızlardan yalnızca Ferhan’la Nükhet’in dinleyip dikkatle not aldıklarından emindim. Bense, o kızın atkuyruğu biçiminde bağlanmış saçlarına bakmaktan, ikide bir hocanın cümlelerini kaçırıyordum.

Hoca, Tanzimat ve Osmanlı toplumu konusundaki dersini:

– İşte böylece de Şinâsî Efendi, Nâmık Kemal Bey ve Ziya Paşa, ilk defâ ferdin ehemmiyeti üzerinde durarak Osmanlı kültüründeki ve edebiyatındaki ilk inkılâbın öncüsü oldular, diyerek bitirdi; sonra:

– Gelecek derse, herkes Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin, benim yazdığım önsözünü ve kitabın “giriş”inden ilk yirmibeş sayfayı okuyup gelsin, diyerek kalktı; elindeki dosyayı koltuğunun altına sıkıştırıp, sırtını hafifçe kamburlaştırarak, “İyi günler!” bile demeden kapıya doğru yürüdü.

Benim aklımda Şinâsî, neden “efendi”; Nâmık Kemal, neden “bey” ve Ziyâ Paşa, asker olmadığı hâlde neden “paşa” soruları uçuşuyordu; ama yemek arasında on beş kuruşa ancak bir çeyrek ekmek alıp yiyebilmiştim ve içimin ezildiğini, karnımın guruldamaya başlayacağını duyumsadığımdan, bir kaç saniye sonra bu soruları unutmuştum bile.

Herkesle birlikte ben de kalktım. Arkadaşlar, “Sonbaharın bu güzel gününden yararlanmak için Çınaraltı’na mı, Kumkapı’ya mı gidelim…” diye tartışırlarken, ben hasta olan babamı merak ettiğimden bir an önce eve gitmem gerektiğini düşünüyordum. O, yanımdan geçerken ilgisizce bana doğru baktı, gözlerimi yere indirdim; daha ona dik dik bakacak durumda değildim. Bir an sonra yeniden baktığımda, o, orada değildi. Beni mi bekleyecek?

Beni mi bekleyecek?

İsmet omuzuma dokundu:

“Hadi lan, kumkapıya gidiliyor… çabuk ol!”

“Ben eve gidiyorum oğlum, babam hasta, söyledim ya sana sabah…”

Aslında, onunla bir kez daha göz göze gelebilmek için bir yarım saatçik oturabilirdim arkadaşlarla; ama çeyrek ekmekten sonra, yalnızca yol parası kalmıştı cebimde.

İsmet omuzunu silkti, beni beklemeden yürüdü, Eyüp’ün koluna girdi.

Fazla bekletmeden gelen otobüste oturacak yer buldum, gözlerimi kapadım. Babam nasıl oldu acaba? Hâlâ yer yatağında mı yatıyordu? Annem bu gün mercimek pişirecekti. Annem… babam… ben… 90 numaralı otobüs çok bekletmeden geldi. Şansıma oturacak bir kaç boş koltuk da vardı. İç sıkıntısıyla çöker gibi oturdum.

Kaplumbağa hızıyla ilerlerken, birden sarsılarak durduk. Herkes neden durduğumuzu anlamaya çalışıyordu. Caddede, Çarşıkapı’ya doğru yolu tıkayan bir kalabalık, bağıra çağıra bir tabut taşıyordu. Sağ elleri yumruk olmuş, havadaydı; sesleri çıktığınca bağırıyorlardı:

xxx’ler ölmez!”… “Kanı yerde kalmayacak!”

Üniversiteye girdiğim yaz sokak çatışmaları, kahve taramaları başlamıştı; “kanı yerde kalmayacak olan gençler”in kanlarından sokaklar kıpkırmızı kesilecekti önümüzdeki yıllarda.

Belki de yarım saat sonra, sol elleri yumruk yapılıp havaya kaldırılmış olan başka bir kalabalık, omuzlarında bir tabut, sesleri çıktığınca:

yyy’ler ölmez!” “Kanı yerde kalmayacak!” diye bağırarak geçeceklerdi aynı yerden.

Benim aklımda babam… gözleri öyle cansız, ışıksız, bana bakıyor. Ne yapacağım; okulu bitirmeme, o da yıl kaybetmezsem, üç yıl vardı; askerlik de var daha. Kalabalık bağıra çağıra geçti otobüsün yanından. Otobüstekilere öfkeyle bakıyorlardı, sanırım “Siz neden katılmıyorsunuz yasımıza…” diye öfkeleniyorlardı bize. Şoför söylenerek gaza bastı. Gülhâne Parkı’nın önünde trafik yine kördüğümdü. Benim aklımda o atkuyruğu saçlar. Kaplan Bey’in “Alın!” dediği Tanpınar kitabı elli lira. Babam günde en çok on beş yirmi lira kazanabiliyor ve şimdi hasta, çalışamıyor. Yarın Refik ağabeyle birlikte babamı Fakaçali adlı bir Ermeni doktora götüreceğiz. Fakaçali ünlü bir doktormuş. Muâyeneye kaç para ister acaba?

Ben öğrenciyim… okulun yanı sıra bir gece işi bulup çalışmak istiyorum. Kasımpaşa Pazariçi’nde meyhânesi olan, bizim mahalleli Hayri Amca’ya danıştım. Feride’nin babası Hayri Amca:

– Valla Kemal, sen artık üniversitelisin; benim dükkânda yapamazsın, dedi; üzgün olduğu belliydi.

– Neden Hayri Amca?

– Ağır gelir be oğlum, sen üniversitelisin…

Aklıma Aziz Nesin geldi; solcu olduğundan hiç bir yerde iş bulamamış Aziz Nesin; kâğıt toplarını taşımak için Cağaloğlu’nda bir yayınevine başvurmuş, sahibi ona küçümseyerek bakmış,  “Sana ağır gelir be!” demiş. Evet, adam Nesin’in ufak tefekliğini düşünerek söylemiş bunu; ama belki de hammallığın büyük yazara ağır geleceğini anlatmak istemiştir. Babasının kurduğu işi, ortağının kendisini dolandırması üzerine batıran Sait Faik’i düşündüm sonra; hem nerede bende dükkân açacak para! Akşamları müşteriler gittikten sonra meyhâneyi süpürüp bol suyla paspaslamak; masaları, duvardaki boydan boya aynaları silip parlatmak; Rıza ağabeyin kamyonetiyle getirdiği etleri, sebzeleri, içki şişelerini dükkâna taşımak ağır gelir miydi bana, bilmiyorum.

– Hem benim şu sıralar adama da ihtiyâcım yok gerçekten. Ali’nin ücretini bile zor veriyorum.

Ali, sığındığı gölgede bizim konuşmamızı kaygılı gözlerle izliyordu; Hayri Amca’nın söylediklerini duyunca gülümsedi sanki birden.

Sonbahar yaprakları, Gülhâne parkının kapısı önündeki, trafikten ilerleyemeyen renk renk arabaların üstüne dökülüyordu. Yerler sapsarı yapraklarla kaplanmıştı. Bizim çocuklar şimdi güle konuşa çaylarını yudumluyor olmalıydılar Kumkapı’da. Gözlerimi kapadım; zihnime kumral atuyruğu geldi. Hafif bir baş hareketiyle iki yana savrulan kumral saçlar…  ipek gibi…

Bağrışmalar duyuldu dışardan; arabaları çarpışayazmış iki dolmuşçu atıp tutuyorlardı birbirlerine. Otobüsün zar zor açılan camlarından başlar uzandı dışarı. Ne olduğunu anlayanlar içeri dönüp:

– Bir şey yok; iki şoför atışıyor… diye gönüllü raporlarını verdiler pencerelerden bakamayanlara.

Garip bir uyuşukluk hâli geldi üzerime. Sanki otobüste değildim; okulda Fuzûlî amfisindeydim. Kaplan Bey, Şinâsî’nin Reşit Paşa konulu kasidesini anlatıyor. Önümdeki sırada oturan kumral ipek saçlı kız çevresine bakarak:

– Fazla kalemi olan var mı? diyor; kimse yanıtlamıyor.

Sonra, arkaya dönüp bize; İsmet’e, Eyüb’e, bana bakıyor, ben ancak elime sığabilecek denli küçülmüş kurşun kalemi uzatmaya utanıyorum. Cebimde bir kalem daha var, ama o, elimdekinden de küçük. Onunla göz göze geliyorum, elimi kaldırıp kalemi gösteriyor. gülümsüyorum. Yüzünde hiç bir anlam yok. Başını kürsüye çeviriyor. Garip şey, aslında sınıf bomboş. Kaplan Bey çoktan dersi bitirip çıkmış; öğrenciler gitmiş. Sessizlik bir tsunami olmuş, sarmış çevremizi. Bir ben varım sınıfta, bir de ipek saçlı o kız.

İnce parmaklarıyla öne dökülen saçlarını aralayıp alnını ortaya çıkarıyor:

– Geliyor musun? Çınaraltına çay içmeye gidiyoruz.

– Yok, ben kütüphâneye gideceğim.

Ömrümde kütüphâneye gitmedim ki ben, kaynağım elimin altında olmalı… Sesini çıkarmadan arkadaşlarına yetişmek için acele ediyor. Ben de ayağa kalkıyorum.

– İnecek misiniz? Daha durağa gelmedik ama…

Yanımda oturan yaşlı hanım, bana geçecek kadar aralık bırakmak için toparlanarak, merakla yüzüme baktı. Ayağa kalktığımın ayrımına varınca gülümsedim, başımı salladım; yeniden yerime oturdum. Kadıncağız, “Zavallı genç… Âşık her hâlde…” diye düşünmüştür belki de. Gençler hep âşıktırlar, hiç birinin hastası yoktur. Babamın bitkin, renksiz yüzü yine gözlerimin önünde.

Otobüs birden harekete geçti; önü boşalmıştı. Unkapanı’na dek yol boştu şimdi. Hızla Şişhâneye çıktık, Tersâne’yi geçtikten sonra Kasımpaşa’ya saptık. İskelede Haliç’in dilenci vapuru yolcu alıyordu. Sağdaki kışlada deniz askerleri tâlimdeydi. Beyaz ceket, siyah pantolon giymiş papyonlu garsonlar, salona tepsilerde şişeler, bardaklar, yiyecekler taşıyorlardı. Bir denizcinin düğünü vardı belki de. Kapıda, atkuyruğu saçlı kız bana bakıyordu:

– Düğünüme geliyor musun? Ben evleniyorum.

Bu kez gözlerimi ondan kaçırmadım:

– Yok, ben eve gideceğim, babam hasta…

Ömrümde hiç düğüne gitmedim ki ben. Düğün, “Bu kızı ben alıyorum, dosta düşmana duyururum”un eğlencesi değil mi; “Bundan böyle, artık kimse kötü gözle bakmasın benim olan bu kıza”nın eğlencesi? Kimileri eğlenir, kimileri hasta babasını düşünür. Bir zaman sonra yer değiştirecekler. Benim yerim hep aynı; ben hep hasta babamı düşüneceğim. Tanpınar’ın, elli lira verip almak zorunda olduğum kitabını. Geleceğim ne olacak kaygısı…

Gelecek hafta, Kaplan Hoca yine başını eğip, gözlerimizi aramadan, arada bir, kitaptaki “Giriş”in satırlarına bakarak anlatacak dersini. Bir kız arkadaş:

– Hocam, diyecek, bir şey sorabilir miyim?

– Sor kızım…

– Mastürbasyon ne demek? Kitapta geçiyor.

Kaplan Bey önce şaşıracak, kızın yüzüne bakacak, sonra hemen kendisini toparlayıp:

– Kişinin kendi kendisini tatmin etmesi… deyip, dersi hiç kesilmemiş gibi anlatmayı sürdürecek.

Ama bu sahne daha yaşanmadı.

Geyikli sinemasının önüne gelince, “Keşke gitseydim çocuklarla Kumkapı’ya…” düşüncesi takıldı aklıma. Onu bir kez daha görürdüm. Belki ona olan ilgimi, ilgimi ne demek, aşkımı belli edebilirdim. Göz göze gelince gülümserdim söz gelimi, hemen anlar, o da gülümserdi. Yüreğim çarpardı, onun da yüreği çarpardı, gerisi çorap söküğü… Ben tutulamayacak denli küçülmüş kalemi gösterip gülümsediğimde, yüzüne hiç bir değişiklik olmamıştı. Neden olmamıştı, neden gözlerini kısıp gülümsememişti? Bu, bana hiç bir duygusu olmadığını mı gösteriyordu. Ama insaflı olmak gerek; ben olsam, bana ilgi duyar mıydım ki? Yine de, bir incelik olarak… Ufak tefek bir kız… kumral saçları atkuyruğu bağlanmış … Onu düşünmek, yüreğimi çarptırdı şimdi. Yüreğin çarpması demek, âşık olmak demek. Ben hem çok yakınım âşık olmaya, hem çok uzak. Ona bir çay bile ısmarlayamamak…

Geyikli’de Kara Gölün Canavarı ile bir Lemmy Caution filmi oynuyordu. İki film birden. Sinemanın girişinde iki filmin afişleri ve resimleri vardı; bir resimde, düşümde görsem bile yine bana gülünç gelecek bir kostüm giymiş canavar, üstünden sular akarak kara gölden çıkıyor; bir başka resimde çiçekbozuğu suratlı Lemmy, öldürücü yumruğunu bir haydutun suratında patlatıyordu. Resim panosunun önünde pantalonları yamalı Kotura çocukları… Gişede, yakasında Edebiyat Fakültesi rozeti takılı gişeci esniyordu. Benden epey büyüktü, ama sonradan arkadaş olmuştuk:

– Demek sen de bizim fakültedesin? Ben coğrafyada okuyordum, ama okulu bıraktım. Şimdi gişedeyim. Yarın ne olur bilmem… dedi.

– Neden bıraktın okulu âbi?

– Babam hastalandı, öldü; annem, kardeşim benim başıma kaldı…

Ama henüz onunla arkadaş olmamıştık, bu konuşma geçmemişti aramızda; şimdi yalnızca gişe odacığında esneyip müşteri gelmesini bekliyordu. Babam ölecek mi; edebiyat fakültesi rozetli gişeci gibi ben de okulu bırakacak mıyım? İpek atkuyruğu saçlı kızı bir daha göremeyecek miyim? Onun bana gülümsediğini…

Yürüdüm, Hayri Amca’nın meyhânesinin önünden geçerken:

– Na’ptın, iş bulabildin mi? dedi biri.

Baktım Ali, pis pis sırıtıyor. Ne güzel onu düşünürken, onu bir kez daha özlerken, nereden çıktı bu eski fakülteli, nereden çıktı bu Ali denen herif?

– Zor be, hem okumak, hem de meyhânede hademelik yapmak. Pis serhoşların ağzının kokusunu mu çekeceksin? Sen boşver işi mişi. Oku sen, oku da adam ol!

Aklı sıra onun işine göz diktiğimi sanıyor, bana öğüt veriyor.

– Yok birâder, dedim, iş nerde! İş bulsam, hem çalışır hem okurum… Ama yok…

– Ben garsonluk da yapıyorum, hademelik de. Ben yeterim bu dükkâna. Yazık… Üzüldüm be!

Bana içten söylüyormuş gibi geldi,  ben de onun bana üzülmesine üzüldüm; “O da bir gariban,” diye düşündüm. Fakülteli gişeci, Ali, ben, sinemanın karşısındaki kahvede kâğıt oynayarak sinema kapılarının açılmasını bekleyenler; sinemanın önünde çizgi roman satanlar, hepimiz garibanız aslında, diye düşündüm. Ben de az kitap satmadım burada. On yıl sonra nerede olacağım bilmiyorum. Kimse bilemez on yıl sonrasını. Ama ipek atkuyruğu saçlı kız, o kesinlikle evlenmiş olur… benimle değil…

Balık pazarından geçtim. Pazar uğultusu. Refik Ağabey’in tezâhına uğradım. Söyleniyordu:

– Ulan, bir kilo şeftali alacak, iki tanesini de beleşten, hem de yıkamadan zıkkımlanıyor. Bütün kârı götürüyor be…. Bir de memur olacak!

Beni görünce gülümsedi:

– Vay üniversiteli, okuldan mı? Gel bir çay iç!

– Merhaba Refik Âbi; sağ ol. Eve gideyim, annemi yalnız bırakmayayım. Yarın babamı götürüyoruz hastaneye, değil mi?

– Tamam oğlum, erkenden çıkarız yola. Taksiyi ayarladım. Tatar gelip alacak bizi. No’ldu meyhâne işi. Sordun mu Hayri Âbi’ye?

– Yaş o iş be âbi. Neyse, hadi eyvallah.

Yokuşun başında bizim ev göründü. Tanrım, orada hasta bir adam var; bu gün yarın ölecek. Ben ne yapacağım o zaman. Ben de fakülte rozetli gişeci gibi bırakırım okulu. Öyle umdum, böyle oldu, ne yapalım… Daha askerlik var, iş bulmak… okulu bitirebilirsem, belki öğretmenlik. Yazın… yazmak; yazarak geçinilebilir mi? Okuyoruz işte Orhan Kemal o göz nuru döktüğü romanlarının parasını alabilmek için neler çekiyormuş. Ben kim, Orhan Kemal kim. Varlık’ta bir çevirim yayımlandı diye yazar olduğumu sanıyorum. Sen kimsin. Hiç… bir hiç. Refik şimdiden ustalaşmış; o, şiir yazarak geçinebilir mi acaba?

Ayaklarımın ağırlaştığını duyumsadım. Yorulmuştum. Son bir çabayla bahçeye yürüdüm. Dededen kalma eski ev, “Ben artık yolun sonuna geldim…” diyordu sanki. Ben de yolun sonunda mıyım? Ne yapacağım, ne yapacağım? İpek saçlı kızı zihnimden kovuyorum; gelip gelip giriyor zihnime. Onu sevmek benim harcım değil, bu gerçek. Ama yine de gönül istiyor; gönül senin seçtiğini değil, kendi seçtiğini istiyor.

İçeri girdim:

– Anne, geldim ben!

Annem:

– Hoş geldin oğlum, dedi.

– Babam nasıl?

– Aynı… sabahki gibi.

– Üzülme sen, yarın hastahâneye, Fakaçali’ye götüreceğiz onu Refik ağabeyle. Yemek yedi mi?

– Mercimek yedirdim.

Babamın yemek yemesi, iyi haber. Artık sürekli çalışan kafamı bir az dinlendirebilirim. Pencerenin önündeki sedire uzandım. Yorgundum; yol yorgunu değil, yaşam yorgunuydum. Gözlerimin önünde, sonbahar rüzgârında ipek atkuyruğu saçlar uçuşuyordu hâlâ. Gözlerimi kapadım.

***

Evet, birlikte yaşlandık… ama o ipek atkuyruğu saçlı kızla değil…

 

______________

Üvercinka dergisi, sayı 39, Ocak 2018.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir