ÖYKÜ: KEDİ

KEDİ

Kemal Bek

Küçücük, tüyleri bembeyaz bir kediydi. Kartopu mu demeli? Yok, Kartopu olamaz; aslında bembeyaz da değil, kırçıl beyazdı. Arka ayağıyla boynunu kaşırken, adam giysi dolabının aynasındaki kendi görüntüsüne baktı. Donuk bir görüntü. Neden olduğunu bilmediği bir cam lekesi, sol gözünü tamamıyla kapatıyordu. Elleriyle koltuğun kolçaklarını iterek kalktı; hafifçe inledi de belki. Odanın ortasında öylece durdu. Çevresine bakındı. Sandalyenin üstüne atılmış bir gömlek; yatağın ucuna serpilmiş çoraplar. Kedi, bu görünümün canlı bir parçası gibiydi. Katlanmadan yere atılmış, ya da düşüvermiş Cumhuriyet gazetesini gördü; yüzünü sıvazladı. Yazısının bu gün de, yâni dün de çıkmamış olmasının yarattığı düşlem kırıklığını anımsadı. Karnı hafifçe guruldadı, bir şeyler yemesi gerektiğini düşündü. Hiç değilse, yazının yayımlanmayacağını bir telefonla haber verselerdi!

Sarı gözlerini dikmiş dikkatle bakarak kendisini izleyen kedinin farkına vardı birden. “Benim kedim yok ki!” diye düşündü. Pek iyi bu kırçıl kartopu, özür dilerim, bu kırçıl Kartopu da nereden çıkmıştı? Akşam giderken pencereyi kapatmamış mıydı? Kapattığını sanıyordu; açık kalmış demek. “Kendi kendisini dâvet etmiş içeri,” diye geçirdi aklından. Kedi sokulmuş, gözlerini yüzünden ayırmadan paçalarına siftinip duruyor; “Mırr, mırr” diye konuşuyordu adamla. O da aç olmalı. Gözlerini kapattı. Uzaktan bir klarinet sesi duyar gibi oldu. Yok, bu ses akşamdan kalmaydı kulaklarında. Sabahın bu saatinde, bedenini sarmalayan bir sessizlik vardı odada.

“Kalkıp bir şeyler yemeli; şu garibana da mama… Bana yoldaş olur mu eve alsam?” Yok yâhu! “Bunlar öyledir ki eve aldın mı, o değil sen misâfir olursun kendi evinde…” derdi annesi. “Ama olsun, alayım, adını da Misâfir koyayım,” diye düşündü.

Kedi, içinden söylediklerini duymuş gibi, gözlerini gözlerine dikmiş, öylece bakıyordu. Kendisine acındırıyor muydu ne? İşâret parmağıyla başını okşadı. Okşanınca da önce başını, yanağını yere dayadı; sonra tüm bedenini devirdi kedi; karnını açtı. “Bak sen,” dedi adam, “Kendigelen sevildiğini anladı da cilvelere başladı.” Yeniden içinin ezildiğini duydu. Şimdi İzmir’de olmak vardı. Annesi kahvaltıyı hazırlamış, araladığı kapıdan başını uzatmış, “Tembel, kalk bakalım artık… Vakit öğle oldu…” derdi bu dakikada.

Misâfir masaya çıkmış, oradan başını uzatarak bakıyordu bu kez. “Ev kedisi bu; evden atılmış besbelli, ya da kaçmış; insana alışık.” Gülümsüyor muydu ne? “Bekle burda,” dedi, “Sana da mama alırım, merak etme!” Misâfir öylece, gözlerini yeniden adamın gözlerine dikmiş, hareketsiz kaldı.

Adam dün, gece yarısından çok sonra gelmiş, soyunup pijamasını giymeden uyumuştu. İyice sarhoştu; iyi ki sokaklarda bir yere sızıp kalmamıştı. Bayat balıkları, önceki günkü Rus salatasını yutturmuştu gene meyhâneci. Nedense bu meyhâneyi seviyor Cenan âbi. Cebindeki cüzdanı yokladı. Garsonun sırıtarak getirdiği kâğıtta yazılı olan rakam gerçekten kazıktı. Ekrem, “Normaldir, rakıya da zam geldi, biliyorsunuz,” diye fısıldamıştı. Rakıya da zam gelmiş; evet, ama yine de kazıktı kasa fişi. Bütün kâğıt paralarını ortaya koymuşlar da ancak toplamışlardı miktarı. Büyük (!) yazarlar, şairler, reklamcılar… O garsonun sırıtması da yok mu, alay eder gibi!

Cüzdanına baktı. Boştu. Bozuk para bölümündeki paralar, ancak bir simit almaya yeterdi. Bir de bu Misâfir çıkmıştı şimdi. “Nereden çıktın be adam! Ya da kız!” diye yalandan, azarlar gibi seslendi. Kedi, masaya atılmış havlunun üzerine yatmış, mırıldıyordu. Adamın sesini duyunca kuyruğunu bir kaldırıp indirdi. “Başımıza bir boğaz daha çıktı!”

Annesi, “Kedi aldın mı, eve bağlı yaşamalısın; yapamazsan alma! Maması var, kakası var…”; sonra başını önüne eğip, “Çapkınlığı var!” demişti. O zaman çocuktu daha. Sokakta minik bir kedi yavrusu görmüş; “Alalım bunu!” diye tutturmuştu. Ama sonra da annesinin titizlendiği koltukların kolları, arkaları parça parça olmuştu. Kendisi “Kedi” diyordu ona, annesi de ondan duyup “Kedi” demeye başladı. Bir bahar akşamı Kedi dışarı kaçtı mutfak penceresinden ve bir daha bulamadılar onu. Annesiyle birlikte, gece yarılarına değin sokaklarda Kedi’yi aradılar; her duydukları miyavlamanın peşinden koştular; sonunda annesinin, “Her hâlde bir arabanın altında kaldı; yoksa nereye gidecek?” demesi üzerine aramaya son verdilerdi. Günlerce ağladı zavallı kadın. Komşulara dert yanarken, “İnanın bir çocuğum da oydu,” diyordu.

Adam içinden, “Bu yaz İzmir’e gitmeli, anamı görmeli…” diye geçirdi. Dışarıda İzmir’in sıcağına benzer müthiş bir sıcak vardı. Soluk aldırmayacak denli… Cebinden güneş gözlüğünü çıkardı, burnunun üstüne yerleştirdi. Bankadan para çekmeli. Dünyanın yolu. Ama evde bir mama bekleyeni de vardı artık. Kendisini de onu da doyurmak zorunda. Ağır adımlarla “Emlakçı Kadir”in dükkânını geçti. Kadir âbi

– Ne o, selâm sabah yok mu, beyim, diye seslendi içerden.

Adam döndü:

– Merhaba Kadir âbi, dedi, baksana… komşulardan kırçıl beyaz bir kedi soran oldu mu hiç?”

Kadir âbi:

– Ne o şimdi işini bıraktın da evcil hayvan ticâretine mi başladın? diye güldü.

– Yok yâ, dedi adam, açık kalan camdan benim eve girmiş de bir tanesi dün gece… Pek sokak kedisine benzemiyor… Gidecek gibi de değil!

Kadir âbi kapıya kadar gelmişti:

– Yok be, kimse sormadı… dedi.

Adam, “Tamam,” diye düşündü, “Başımıza kaldı kerata!” Ama yakınma tonunda değil. Bir az önce zihninden geçen, “Bana yoldaş olur…” cümlesi geldi aklına. Epey yürüdü, bankanın para makinesinin önüne geldi. Yaşlı bir kadın makineden para çekmeye çalışıyor; kartını çıkarıp çıkarıp yeniden makineye sokuyor; bunu yaparken de son derece sabırlı görünüyordu. Sıradaki iki genç kız oflayıp pufluyorlardı kadına bakarak. Kızların arkasında sıraya girince, ilgisizce ona baktılar; sonra bir şeyler fısıldaşıp kıkırdadılar. Yanlarına gelen Brad Pitt kılıklı delikanlı adam da ters ters baktı ona. Artık, bu gün yarın bitirmeli metinleri. Abbas Bey damlar Pazartesi’ye, “N’oldu bisküvi reklamı metni?” diye…

Parayı ve bankamatik kartını cebine koyarken, Abbas Bey’in burnuna ne zaman şöyle okkalı bir yumruk atacağını düşündü. Epeydir bunu kuruyordu kafasında. Eyüp’ün dediği gibi, herif ceketini çıkarırken kumaşın hışırtısı değil cüzdanındaki paraların hışırtısı geliyordu kulaklarına. Pasifik Pastahânesi’nin önüne geldiğinde, pastahânenin yanında bir hayvan dükkânının varlığını fark etti. Daha önce neden fark etmemişti ki? Önce dükkâna girip bir torba kuru mama, bir kaka leğeni, bir torba da kedi kumuyla minik, pilastik bir kürek aldı. Çıkarken dükkân sâhibinin, “Tüy toplama tarağı, mama tası, su tası falan da ister misiniz?” deyişini duymazdan geldi. Sonra pişman olup, “Ver onlardan da birer tane…” diyecekti, ama uzaklaşmıştı da dükkândan. Sonra…

Eve girdiğinde, Misâfiri hâlâ masada, havlunun üzerinde yatar buldu. Onun geldiğini duyunca başını kaldırıp baktı, bir tehlike sezmeyince başını indirip uyur taklidi yaptı. Adam elindekileri koltuğun üzerine koydu. Kediyi korkutmak istemiyordu; aslına bakılırsa kedinin korktuğu da pek söylenemezdi. Mama paketinin naylonunu yırtıp gazetenin üzerine bir az mama koydu. “Gel hadi Misâfir,” dedi, “Önce sen karnını doyur bakalım!” Kedi nazlana nazlana gazetenin üzerindeki mamalara gitti; uzun uzun kokladı; ön patisiyle bir kaç tanesini iteledi; sonra hışımla yemeye başladı. Yerken gözlerini kapatıyor, hırıltısı duyuluyordu.

Adam mutfağa gidip çaydanlığı ocağa koydu, su kaynayınca da çayı demledi. “Annemi ziyârete gitmeliyim bu yaz,” diye düşündü yeniden. Annesi salondaki üçlü kanepede oturuyormuş gibi başını uzatıp kanepeye baktı. “Sen pek vefâsız oldun, be oğlum!” Geçen seferki espriyi bu kez zihninde yaptı: “Yok anne, ben Galatasaraylıyım!” Kendisini Galatasaray’ın ıssız koridorunda görür gibi oldu. Fransız müdür gür kaşlarını çatmış, “r”leri “ğ” gibi sesleterek neden derste olmadığını sordu. Çok çişi geldiği için öğretmenden izin alıp tuvalete gittiğini söylemeye korktu; utandı da. Ama müdür, anlamıştı; “Mösyö Kılıç’ın dersi mi?” diye sorunca, çocuk ancak başını sallayabildi. Sonra ne olmuştu anımsayamıyordu; ama mezuniyet töreninde diplomasını verirken gülümseyerek, “Sen şu tuvalete giden çocuk değil misin?” diye sorunca da kıpkırmızı olmuş, yanıt verememiş, başını sallayabilmişti ancak. Adamda da ne bellek vardı yâni, altı yıl sonra…

Misâfir, mamaları son tânesine kadar yedikten sonra, koltuğun üzerine sıçrayıp bir anda uykuya daldı.

Cumartesileri hiç sevmezdi adam; herkes eşini, çocuklarını alıp gezmelere götürür, kendisi hafta arası tembellik yaptığından eve iş götürürdü. Pencereden baktı. Gene o çocuk, ağır adımlarla karşıki evin önünden geçiyordu; gözleri Sâime teyzelerin penceresinde. “Neclâ da yüz veriyor sanırım kerataya…” Çocuk işte, ikisi de… Mutfağa geçti, çayı demledi, ekmeği kızarttı. Kahvaltıdan sonra, “Tüh, gazete almayı unuttuk… belki de bu gün çıkmıştır yazı…” diye söylendi.

Koltuğa çökercesine oturur oturmaz, Misâfir fırlayıp kucağına çıktı; yüzüne baktı bir süre, sonra da kıvrılıp gözlerini kapadı. Pazartesi günü masasına oturur oturmaz, Cenan Bey’in “yönetici yardımcısı”, yâni bildiğin sekreteri, Türkân Şoray gözlü Süheylâ gelir, tükürür gibi “Cenan Bey bisküvi reklamının metnini istiyor,” derdi. Kaşının üzerine düşen bir tutam saçı da şuh bir tavırla başını sallayarak geriye atardı. Her Pazartesi böyleydi bu. “Çikolata reklamının metni…”, “kadın pedi reklamının metni…”, “benzin istasyonu reklamının metni…” Süheylâ bütün ajansın kendi güzelliğinden söz ettiğini bilir; kendisini ağırdan satardı. Yalnızca Cenan Bey’e “Evet!” der, bu böyle bilinsin. Ajans da erkekler kulübü gibiydi; koyunun olmadığı yerde, keçiye… Hoş, yine de spor salonundan çıkmayan Fehmi Arabol’a özel bir ilgi göstermiyor da değildi kız.

Misâfir, patilerini titretti uykusunda. “Yok oğlum, hasta değil; rüyâsında fare kovalıyor…” demişti annesi. Şimdi doymuş olan karnı düzenli biçimde inip kalkıyordu. “Zavallı,” diye düşündü adam, “Öyle savunmasız ki… Kalsın bakalım bir süre…” Elini uzatıp başını okşamak istedi, ama uyanmasından çekindi. Ayağı, sonra da kıçı uyuşmaya başlamıştı. Kediyi rahatsız etmeden masadaki Varlık dergisine uzandı. Hep aynı imzâlar. Bak sen, dün gece meyhânede tanıştığı Erdem Güranlı’da var imzâlar arasında. Ne yazmış? Şiir: “Gözlerin”.

Şair miymiş ki Erdem? Hiç bir dergide görmemişti şiirlerini; yalnızca şimdi Varlık’ta. Şiiri ilgiyle okudu. Dün akşam rakı sofrasında, “Turgut Uyar…” diyordu da başka bir şey demiyordu. Rakı sofrasında yazından, şiirden konuşulan az görülür anlardan biriydi. Kendisi, “Ama çok uzun dizelerle çok uzun şiirler yazıyor Uyar. Oysa şiir, az sözcükle yapılan bir söz sanatıdır; söz gelimi, Cemal Süreya…” diyerek bir tartışmayı ateşlemek istedi. Erdem de şaşkınlıkla kendisine bakıyordu; ama bir şey demedi. Zâten bir kaç dakika sonra, hiç bir tartışma da çıkmadan, aralarındaki en yaşlı yazar, kim bilir kaç kez dinledikleri “Bu gün Perşembe değil ki my Lord” fıkrasını anlatmaya başlamış; artık kafaların dumanlandığı anlaşılmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu, artık kimse kimseyi dinlemiyordu. Masada serbest bir tek kadın olsaydı, belki de “gürültülü birkaç saat” yaşanırdı; ama yalnızca İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi’nden Meliha… o da şimdiye dek yalnızca “Kanın Bedeli” filminde yönetmen yardımcılığı yapmış olan Cihangir’in sevgilisi. Sâhipli yâni…

Uyar’ın kitaplarını tarasa onlarcasını bulabileceği imgelerin bir çorbasıydı şiir. Dergiyi masaya bıraktı. Butlarını oynatarak kıçındaki uyuşukluğu gidermeye çalıştı. O kıpırdanınca, Misâfir de kıpırdanıyor; kaçmaya hazırlanıp yüzüne bakıyor; yeniden yerleşince gözlerini kapayıveriyordu.

Beğenmese de Güranlı’nın şiirini kıskandı birden. Kendisinin Cumhuriyet’te çıkan bir kaç politika yazısı küçük göründü gözüne. Özdemir İnce gazetede yazanlara boşuna “yazıcı” demiyordu! Şairlik, öykücülük, romancılık başka bir şey… Gerçi lisedeyken kendisine “şair” adını takmıştı arkadaşları, ama “Önemli olan, insanın ne yapabileceğini; daha da önemlisi, ne yapamayacağını kendisinin bilmesi…”

İçi sıkıldı. Derin bir soluk verip “Of!” çekti. Kucağındaki Misâfir birden sıçradı; ters ters baktı ona. Yavaşça başını okşadı kedinin. “Kal bakalım bir süre de bana yoldaş ol… Sonrasına bakarız…” Okşanınca kuyruğunu bir kaldırıp indirdi kedi. “Yoksa uyumuyor da numara mı yapıyor?” diye düşündü adam. Kedinin uyuması, ya da uyur gibi yapması, adama da bulaştı; gözleri kapanmak üzereyken, telefon çaldı. Uzanıp aldı:

– Cemal, uyandın mı lan?

Lâf…

– Uyanmasam telefonu nasıl açayım be!

– Neb’liyim lan, belki de biriyle uyumuşsundur bütün gece… Seni çapkın seni… Bak ne diycem. Öğleden sonra bir kaç arkadaş Nîm Kadeh’te toplanıyoruz. Tabiî sen de geliyorsun. Öğle sonrası rakısı yaparız.

– Nîm Kadeh ne lan?

– Meyhâne, meyhâne; ama lüks. Tünele yakın. Yeni açılmış.

– Yuh be! Güpegündüz, bu sıcakta. Hem ben gelemem oğlum, metinleri bitirmem gerek. Başıma ekşir yine benimki…

– Hadi bee… Gelebilirsen yine de gel ha!

Misâfir yine başını kaldırmış, “Sen kıpırdandıkça uyuyamıyorum! Rahat dursana bir az!” der gibi bakıyordu. Telefonu yerine koyduktan sonra, “Ayyaş herifler… hem de güpegündüz…” diye söylendi. Aslında bu “erkekler korosu”ndan da sıkılmıştı. Her akşam, her akşam… Şimdi belki de her öğle, her öğle… İzmir’e gitmek vâcip oldu. Giderim, annemi görür, hayır duasını alırım. İstemeden aklından geçen “hayır duası” sözlerine bir an şaşırdı. Duayla alış verişi olmadığını düşündü; “Ama annem dini bütün bir kadın; öyle, öyle…”

Melihâ güzel bir kadın. Cihangir’de ne bulmuş ki? Kendisinden emin güzel kadınlardan korkardı. Kadın dediğin, bir az ürkek, çekingen, gözlerini erkeğinin ne istediğini anlamak için öylece dikip bakan bir dişi olmalıydı. Tıpkı Misâfir gibi. Yavaşça kuyruğunu kaldırıp baktı kedinin kıçına… erkek… iyi, böylece yavrulama, yavrulara sâhip arama derdi olmazdı. Gözleri yeniden kapanıyordu. Daha akşama yıl var. “İki slogan buldum mu, bisküvi reklamı metni çözülür.”

Acaba öğle sonrası rakısına gitse miydi? Güpegündüz? Eskiler “vakt-i kerâhet” diye bir şey icat etmiş; günün kavuştuğu an… Rakı içme töreni o anda başlar. Öyle gördük büyüklerden. Bu tıfıllar icat çıkarıyorlar şimdi! Yok yav, daha önce icat edilmiş. Kimdi o? Kendisi pek yetişmemişti, ama bir zamanlar Cumhuriyet’te sıkı yazılar yazan Mehmed Kemal, ya da Mustafa Ekmekçi’ydi… değil mi? “Öğle rakısı mucidi” Mustafa Ekmekçi, ya da Mehmed Kemal… her neyse. Şimdi demokrasi, hoşgörü havârisi sayılan Demirel değil miydi Ekmekçi’yi yumruklatan… öyle… Ulan, yaşlandın be Cemal, yaş otuz beş oldu mu? Hangi otuz beş… Bir önceki kuşak bile ancak hayâl meyâl anımsıyor bu olayları; günümüz gençleri içinse bir tarih… Sen hâlâ roman yazacağım, şiir yazacağım diye oyalan. Atı alan gençler Üsküdar’ı geçti be!

Annesinin o zamanlar bulduğu Meral’le evlenmeyi göze alabilseydi, şimdi çoluk çocuğa kavuşmuş olacaktı belki de. O zaman bir sıkı düzene kavuşurdu yaşamı, böyle ikide bir meyhânelerde, kerhânelerde sürtmez; hiç geçmeyecek sandığı gençlik zamanlarını verimli harcardı. Meral, güzel kızdı da. Son pişmanlık fayda etmez.

Artık butlarını duyumsamıyordu. Yeniden kıpırdandı. Misâfir yeniden sıçradı; tırnaklarını Cemal’in bacağına geçirip sıçrayarak yere atladı. Sonra birden dönüp olduğu yere çöktü ve adamın yüzüne dikkatle bakmaya başladı. Gözünü kırpmadan bakıyordu hem de. “Yine mama mı istiyorsun?” Kedi kucağından kalkınca, o da ayağa kalktı, olduğu yerde yaylandı bir az. Bacaklarında bir vınlama duyuyordu şimdi. “Vınlama”… başka hangi sözcükle anlatılır bu duygu? Yoksa “duyu” mu demeli? Bacaklarının uyuşukluğu giderek yok oldu.

Kapıyı vurmadan girmişti Süheylâ: “Metin bey soruyor, ‘müdahale’ mi, ‘müdahele’ mi diye, ne diyeyim?” İllâ bir bulaşıklık edecek herif; elinin altında yazım kılavuzu var be adam, baksana oraya!” Süheylâ kahverengi, buğulu gözlerle bakıyordu kendisine. Misâfir gibi. Bu kızı bir yatağa atsam… “Gel bir akşam bana, bir iki kadeh atar, dertleşiriz,” desem, ne der ki? Kabul ederse, sonrası kolay. Etmezse, bir yıl dedikodumu yapar ajansta.

Nereden aklıma geldi durup dururken Süheylâ şimdi?

Hava birden bire kararıverdi. Dün akşam televizyonda hava sunucusu söylemişti yağmur yağacağını. Hem de ağır bir yağmur. Halkı su baskınlarına karşı uyarmıştı. Bu havada boş ver “öğle sonrası rakısı”nı… Şöyle bir “öğle sonrası uykusu” çeker, akşam üstü uyanınca da bisküvi reklamını tasarlar, yarın da metni yazardı.

Şöyle bir şey söz gelimi: Masada bir kaç genç büro çalışanı oturmuş, henüz orta yaşa gelmemiş hanım yöneticiyi dinliyorlar. Geçen aya göre ciro iyice artmış. Yönetici neşeli neşeli anlatıyor, ama sonra birden suratı kasılıyor. Durumu anlayan yakışıklı delikanlılardan biri, cebinden bisküvi paketini çıkarıyor, yöneticiye uzatıyor. Yönetici bir bisküviyi yerken, yüzüne yeniden gülümseme yayılıyor; delikanlıya anlamlı anlamlı bakıyor. Bu sahnede kadının koyu kırmızı dudakları ve bisküviden cinsel zevke benzer bir zevk aldığı vurgulanmalı. Yakın plan.

Uzatmaya ne gerek, işte sinopsis hazır. Unutmadan yazmalı bunu. Yok yâ, bunun nesi unutulur be! Reklamcılık tarihi böyle sinopsislerle doludur! Gözleri yarı kapalı bunları düşünürken, dışarıdan şiddetli yağan yağmurun sesini işitti. Gök gürültüsüyle birlikte, bir kez daha kucağında uyumakta olan Misâfir, sıçradı yerinden; fal taşı gibi açılmış gözlerle yeniden Cemal’e baktı. Cemal yavaşça başını okşadı kedinin, “Yok bir şey oğlum, yağmur işte…” diye söylendi. Misâfir, bir an kararsız kaldı; sığınacak bir yer mi aramalı, yoksa bir şey olmamış gibi uyumaya devam mı etmeliydi? Başı okşanınca yeniden kıvrıldı uyumaya devam etti. Bu herif ya günlerce uykusuz kalmış, ya da uykucunun teki. Yağmur şiddetle camlara vuruyor, bahçedeki kömürlüğün çinko damında trampet çalıyordu. Aralıklarla duyulan bomba sesine benzer gök gürültüleri sinirlendirdi Cemâl’i. Masadaki tablete uzanıp “TuneIn Radio” programını açtı, “Radio Mozart”ı buldu, odaya billûr gibi bir senfoninin ezgileri doldu. Misâfir bıyıklarını titretti. O da hoşlanmıştı Mozart’tan. Bu, onun için bir artı puan. Sonra onun, müziğin laytmotifi çaldıkça kuyruğunu bir kaldırıp bir indirdiğini gördü. Kendi kendisine, “Ulan bu, konservatuvar mezunu mudur, nedir? İyi müzikten anlıyor be…” dedi yüksek sesle.

Yağmur hâlâ devam ediyordu. “En iyisi uyumalı… Bu herif akıllı… bu havada başka ne yapılır ki?” Tabletin sesini kıstı, müziğin sesi uzaklaştı; gözleri ağırlaştı, yavaşça kapandı. Derin bir uykuya dalmadan önce son düşündüğü şey, artık Misâfir’in de bulunduğu bu evde hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağıydı.

(Üvercinka, sayı: 18, Nisan 2016)

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir