ÖYKÜ: GECENİN ZİFȊRȊ KARANLIĞINDA

GECENİN ZİFȊRȊ KARANLIĞINDA

Kemal Bek

Gecenin zifirî karanlığında, önünü görmeden, karlara bata çıka yürüyor; içinden, “Onu evde bulursam geberteceğim… Umarım evde değildir, bir bara kafayı çekmeye gitmiştir,” diye geçiriyordu. Evlerin ışıkları çoktan sönmüştü. Sokakta kimseler yoktu. Şu ânda insanlar sıcacık odalarında, sıcacık yataklarında uyuyor ya da sevişiyor ya da kavga ediyor, günün muhasebesini yapıyor, ağlıyor, gülüyor, düşünüyor, planlar kuruyor… olmalıydılar. Üşümeye başladığını duyumsadı. Gökyüzü kıpkırmızıydı; karla, tipiyle karışık bir fırtınanın habercisiydi bu. Sol ayağı su dolu derince bir çukura girince, ayakkabısına buz gibi su doldu. Her zamanki sövgülerinden birini savurdu. Karısının dediği gibi, “Son zamanlarda çok fazla küfür etmeye başladın!” “Başladım, evet, küfür etmek gibi terapi var mı?” Ayağı iyice üşüyünce, açık bir kahve, meyhane ya da sıcak bir yer bulmayı düşündü. Çorabını, ayakkabısını kurutup içini ısıtacak sıcak bir şeyler de içebilirdi. Ama karanlık sokakta ölü gözü kadar bile ışık yoktu. Ayağını ısıtmayacağını bildiği hâlde yakasını kaldırıp paltosunun en üst düğmesini ilikledi. Gecenin zifirî karanlığında, karlara bata çıka yürüyordu.

Kadın, karısı, üzerindeki bluzu çıkarırken, “Allah allah, nasıl da sıcaktı bu gün, değil mi?” diye söylendi. Adamdan yanıt gelmeyince, öylece durdu, bir süre kocasını seyretti. Adam önündeki kâğıdın üstüne eğilmiş, bazı satırların üzerini öfkeyle çiziyor, bir yandan da söyleniyordu. Kadın, onun ne dediğini anlamıyordu. Adamın, böyle saçının gözlerinin üzerine düşmesini çok seviyordu. Tanıştıkları zaman, üç yıl mı oldu, önce pek dikkatini çekmemişti. Çevrelerine nasıl girdiğini anlayamadığı yazarlardan – şairlerden – eleştirmenlerden, her ne idiyse, biriydi işte. Herkes gibi ukalalık yapmaktan, kalabalık ortamlarda sesini gür çıkarmaktan büyük zevk alıyordu. Daha ilk görüşünde koymuştu bu teşhisi. “İkinci Yeni de İkinci Yeni… bilinçaltı, bilinçdışı… Freud hastası… Ama bir gün, işte o meş’ûm gün, Leonardo’nun “Son Akşam Yemeği”ni nasıl da “bilerek” yorumlamıştı. Konuşurken başını sallıyor; gür, tel tel saçları, güzel gözlerinin üzerine düşüyordu. Hayır; aşk, beyinde başlar, sonra başka yerlere iner. Böyle düşündüğü için de, evlenme önerisini daha ilk yaptığında kabul etmişti. Mutlu olmadı da değil.

Adam umutsuzlukla çevresine bakındı. Beklediği tipi başlıyordu. Şiddetlenen rüzgâr, içine işledi. Bir an önce o nâmussuzun evine varıp pis canını alma kararı da üşüdükçe pekişiyordu. “İnşallah evde değildir; kafayı çekmeye gitmiştir.” Tipi başlayınca, bir kapının içine sığındı. Yüzüne çarptığında bir kırbaç gibi acıtan minik kar taneleri paltosunu bembeyaz yaptı. Kapı girintisi pek geniş değildi. İyice kapıya yaslandı. Yan pencerenin karanlığında bir şeyin, birinin kıpırdadığını hissetti içerde. Şimdi kendisini hırsız sanarak polisi aramasın bu her kimse? Filimlerdeki gibi, bir iki sâniye sonra canavar düdüklerini öttürerek polis arabaları kapının önüne dizilir, dışarı fırlayan resmî, sivil polisler kendisini yaka paça arabaya tıkarlar. Elleriyle kafasını eğmeyi unutmayarak. “Dur, atladık!” diye düşündü. Hani haklarını okumak? Hani, iki kanatlı, New-york polisinkinden daha cafcaflı mâdenî kimliğini göstermek? Dizi polisi bunlar be! “Kitaptaki öyküler iyi işlenmemiş. Kitabı daha sonra bassak?” Ulan sen ne anlarsın öykünün hasından! Nasılsa editör olmuşsun ülkenin en büyük yayınevlerinden birine. Kendi yazamadığını başkası yazıyor ya! “Ali Bey, öyküleriniz… Evet…” Benim ilk öyküm yayımlandığında sen daha dünyada yoktun be! Boyun ne, bosun ne?! Sırtından itince polis, arabanın arka koltuğuna yığılacak. Müdüriyet. Şimdi de “Müdüriyet” mi deniyor, araştırmalı bunu. Ama onu gebertirsem, araştıramam. Meyhânede kafayı bulmuştur şu ânda. O sarışın da geldi mi acabâ? Bu kadar içmemiş olsaydı, herifi öldürme kararı alamazdı. Böyle düşündü. O sarışın, şair mi ne, ne bulmuş ki herifte? İyice derin dekoltesinden görünen memelerini sallaya sallaya, “Yazınsal diliniz…” diye yaltaklanmıştı. Garsonların bile ağızlarının suyu akmıştı. Son zamanlarda iyice küfürbaz olmuşum! Kar git gide daha hızlı savruluyordu. Titrediğini hissetti. Hem de zangır zangır. Sevda, sıcacık yatağıma girmiş beni bekliyordur şimdi. Beklesin karı. Sarışın da onun gibi evlendikten sonra değişecek mi acaba? “Türk kadınları hep böyle…” demişti Robinson, “Evlenmeden önce dünyanın en sevecen, en güzel kadınları; ama bir kere yularları ele aldıktan sonra seni de kendilerine benzetmeye çalışırlar.” Deh! Oğu! “Oğlum burada okumasa, artık bir saniye bile durmam burada…” demişti. Deniz Otel’de şiddetli gripten yatıyordu. Getirdiğim portakallardan birini bıçak kullanmadan soymuş, sularını akıta akıta yemişti. Türkçe olarak, “Allah râzı olsun amca,” demeyi savsaklamadı; ben de düzeltmedim “Kardeşim…” diye. Yirmi beş uzun yıldır Türkiye’deydi, hâlâ Türkçe’yi öğrenememişti. “Ama karım çok güzeldi be!” demişti İngilizce olarak. “Artık sen emekli olunca gidersin,” dedi adam. “Londra’nın yeşilini öyle özledim ki!” dedi Robinson. Soyadını anımsamıyordu adam; ama Crusoe olmadığı kesindi. Her ne kadar burada Robenson gibi yalnız olsa da… Türkleri seviyordu, Türkiye’yi değil.

İri memeli, edebiyatçılara düşkün sarışın, “Kadehimi Süheylâ’nın şerefine kaldırıyorum,” diye bağırdı. Süheylâ… Edip’in “Aşk Bağı” romanının kadın kahramanı. İri memeli, Edip’in dikkatini çekmeye çalışıyordu besbelli. Edip’in bundan gururlandığı belliydi. Romanını eleştirmenler beğenmişlerdi. Bir kaç tanıtım yazısı işte. Söz gelimi, elifi mertek sanan Hasan Denker’in eleştirisi şu cümlelerle bitiyordu: “Yazarın incelikli anlatımı, romanı başyapıt düzeyine yükseltiyor; yazar görevini lâyıkıyla yapmış… Şimdi sıra okurlarda…” Süheylâ esmerdi aslında. Öyle iri memeleri de yoktu. Ben on yedinci sayfada dayanamayıp bıraktım elimden, bir daha da almadım. Eleştiri ya da bir tanıtım yazısı olsun yazmadığım için buruktu bir az bana Edip. Ama hiç değilse, para verip almıştım kitabını.

Tipi gitgide koyulaşıyordu. Göz gözü görmüyordu artık; hem karanlık, hem tipi. Allahtan hiç kimse polisi çağırmamıştı. Titremesi hâlâ sürüyordu. Yere oturdu. Kıçının ıslandığını duyumsadı. Artık aldırmıyordu üşümeye. Keşke meyhânede ilk aklına gelir gelmez, “O pezevengi bu akşam gebertmeliyim,” diye kendi kendisinin gazına kapılmasaydı; şimdi kıçı kupkuru, sıcacık iskemleye oturuyor olacaktı. Acaba garsonlar, o irice bıçağın kaybolduğunun farkına varmışlar mıydı? Oturduğu yerde, arka cebindeki bıçak böbreğinin üstünü acıtmaya başlamıştı. O da meyhanelerden birinde olsaydı şimdi. Yaşaması, bir kaç kadeh daha içmesine bağlıydı. Adam kendisini kullarının yazgısına hükmeden bir tanrı gibi duyumsadı. O isterse, ölecek… Belki de “Kıyma bana, ben ettim sen etme…” diyecek; “Beni karın ayarttı. Benim o taraklarda bezim yoktur, bilirsin…” diyecek. Uyuşmaya başladığını, oracığa uzanmak istediği zaman anladı. Şöyle bir derin uykuya dalsa, düşünde, tıpkı yaşlı balıkçı gibi deniz kıyısında dolaşan aslanları görse. Aslanlar deniz kıyısında neden dolaşıyordu ki? Bir eleştiride okumuştu; sözde aslanlar, balıkçının bilinçaltını simgeliyormuş. “Hah!” dedi. Bütün roman boyunca simge kullanmayan Hemingway, neden son paragrafta kullansın be? Asıl simge, çenesinin altına dayadığı tüfeğin tetiğini, hem de duraksamadan çekebilmek. Bir meydan okuma; kendisine… dünyaya… Onun başına da böyle bir şey mi gelmişti ki? Araştırmaya değer. Bence aptallıkmış yaptığı; bu nedenleyse. Git, rakibin olacak herifin işini bitir. Öyle değil mi? Benim gibi tıpkı. Şimdi tipi dinecek, ben o herifin evini bulacağım; belimdeki bıçağı çekip… Ama umarım ki o şimdi bir meyhânede kafayı çekiyordur. Kesinlikle Orhan Pamuk’un Nobel’i hak etmediğini, kendi romanının kıskançlığa kurban gittiğini söyleyip dert yanıyordur. İçki bu… şişede durduğu gibi durmaz ki! Aslında ayıkken çok da iyi bir çocuk; içince sapıtıyor. Benimkine asıldığını o gün anlamalıydım. Neydi o “Ne kadar güzelsiniz?” iltifatı? Sana ne be, sana ne; karı güzel, ama benim karım, sana ne! Karşıki evde bir ışık yandı. Söndüğünde içinden saydığı sayı kırk bire ulaşmıştı. “Tuvalete kalkmış olacak.” Işık söndü… İyice ıslanan kıçı çok üşüyordu. Şimdi evde, sıcacık yatağında, karısının koynunda olmalıydı. Oysa, bir katil adayıydı şimdi. Yerinden kıpırdandı. Ayağa kalkmaya yeltendi. Yana kaykıldı. “Adamakıllı sarhoşum be!” diye mırıldandı.

Kadın yatağında soldan sağa döndü. Kaloriferi söndürmeden yatmıştı, alnı boncuk boncuk terliyordu. Aliye Hanım, kombinin düğmesini çeyrek geçeye ayarlamış, hiç söndürmüyormuş, hem de az yakıyormuş. Öyle yapmalı. Sol elini kocasının beline attı, ama kolu boşluğa düştü. Gözleri hafifçe aralanır gibi oldu. Sonra daldı yine. Yarın altı dersi vardı. Divan şiiri; Fuzûlî. “Ney-i bezm-i gamem ey mâh…” Önemli bir incelemecinin kitabında “…ey âh” biçiminde; ders kitabı yazarı da ondan almış besbelli. Her yıl olduğu gibi, “ey”in önüne bir “m” eklemelerini söyleyecek çocuklara: “Mâh”, yâni “ay yüzlü güzel”. Merakla ve bıkkınlıkla bakan öğrencilerin gözleri. Arkadaki, öndeki kızı siper alıp bir şeyler anlatacak yanındakine. Söz gelimi dün televizyonda seyrettiği Bursaspor maçının ikinci golünü. Biri çaktırmadan saatine bakacak. Yeniden derin bir uykuya kapandı… Kocası, yine o yazar bozuntularıyla, şair taslaklarıyla meyhânedeydi besbelli. Yanı boştu. Dert değil. Alışmıştı artık. Kalkıp kaloriferi kısmalı, hamam gibi oldu yatak odası. Kocasının kıçının ıslandığını, donduğunu hayâl edemezdi elbet de. Hele o romancı müsveddesini öldürmeyi kurduğunu, hiç… Bir az sonra gelecek, karısını uyandırmadan yatmaya çalışırken ya vazoyu ya masadaki bardağı düşürecek; o, sağından soluna dönecek, derin uykudaymış taklidi yapacak. Böyle gecelerde, sırnaşır da ondan. Bir sarhoşla yatmak, gerçekten iğrenç. İçki kokulu ağız, dişler fırçalanmamış, çıkardığını sandığı çorabı hâlâ ayağında. Erkekler çok zavallı.

Adam gecenin karanlığında inleyerek kalktı ayağa. Sendeledi. Midesinde hafif bir bulantı vardı. Kendisini içki tutmadığına inanırdı. Kustuğunu anımsamıyordu hiç. Ama sarhoş kafa, belki kusmuştur da anımsamıyordur. Belimdeki bıçağı yakalasa şimdi polisler, iki türlü suç; hem bıçak taşımak hem de çalmak. Çocukluğunda Tarzan âbi anlatmıştı; polis üzerinde yakaladığı çakıyı, bıçağı işaret parmağıyla orta parmağı arasına sokarmış, sığarsa sorun yok; ama sığmazsa yedin ayvanın hamını. Islanan ayağını hissetmiyordu. Ulan, ya keserlerse ayağımı? Donan ayağı, ya da eli, keserlermiş. Üzerine basmaya çalıştı. Ağrı yoktu. Topallayarak iki basamağı inip yola bastı. Tipi devam ediyordu. Savrula savrula yağıyordu bu kez. Eve dönmeyi düşündü. Ev nerede? Yönünü şaşırdı. Göğe baktı, gök kıpkırmızıydı. “Oğlum, gök böyle kıpkırmızıysa, anla ki kar yağacaktır.” Yağıyor zâten be! Daha nasıl yağacak? Ayağı kaydı, sendeledi, düşecek gibi oldu. Bu kadar rezillik yeter, artık eve gitmeli. Karım sıcacık yatağımdadır şimdi. Bir güzel sevişiriz, yarına unuturum bütün bunları. Bir şeyciğim kalmaz. Kaşık yatarım, ısınırım. Eve gitmeli, ama ev nerede? Hem ırza tasallut cezasız mı kalacak? Yaşamında ilk kullandı “tasallut” sözcüğünü; zihninden geçirdi daha doğrusu. Gecenin karanlığında göz gözü görmüyordu. Evlerin pencerelerinde…

Kadın kalktı, sendeleyerek mutfağa gitti. Kombi mutfaktaydı. El yordamıyla kombinin düğmesini buldu, çeyrek geçeye ayarladı. Yine sendeleyerek yatağına gitti. Yatağın çukurlaşmış kısmına attı kendisini. Üşüdüğünden değil, neden, bilmiyor, yorganı başının üstüne kadar çekti. Kocası hâlâ yoktu. Kim bilir, belki de o orospulardan birinin evinde sabahlayacaktı. Kıskanmadı, ama burada gül gibi karısı dururken… Sonra sarhoş bir herifle yatmanın tiksindiriciliği geldi aklına. “Amaan, kalsın karının yanında. Sabaha kadar. Kalsın.” Farkına varmadan gözleri kapandı. Yarın altı saat dersi vardı. Haftada yirmi iki saat. Yarın en yoğun günüydü. Elâlemin çocuklarıyla uğraş dur, en güzel yıllarını verdikten sonra emekli ol. Maaşın insin üçte bire. Sonra kendisini kızgın güneşin altında gördü. Gencecik. İpek saçları meltemde dalgalanıyor. Kırlarda papatyalar. Kardeşi Cemil papatyaların üzerinde takla atıyor. Daha küçük, Türkiye, araba kazalarında dünyada birinci. Arkada bir adam: Babası. Annesi nerede ki? Ölmüş müydü o zaman? “Karnımda bir ağrı var.” Karnında bir ağrı vardı. Bir insan karnı ağrıdığı için neden ölür ki? Papatyalar meltemde dalgalanıyor. Altı uzun kırk dakika. Dışarda tipi. Yarın nasıl gidecek okula? Belki de kar tatili yaparlar. Sabah kalkınca hemen radyoyu açmalı. “İstanbul valiliğinden bildirilmiştir; yoğun kar nedeniyle…” Birden gözlerinin açık olduğunu hissetti. Sonrasını anımsamıyor. Sessizlik somutlaştı. Uyudu. Farkına varmadan… Cemil o zamana kadar hiç görmediği bir böcek bulmuştu papatyaların arasında.

Tipi durur gibi oldu. Adamın kıçı hâlâ üşüyordu. Ayaklarını, sol ayağını hissetmiyordu. Sağ ayağını ya da. Bıçak belinde. Bıçağı çekti aldı böbreğinin üstünden. Evde olmasa, meyhanede kafayı çekiyor olsa iyi olur. Hem o gebermekten kurtulur, hem de kendisi hapse girmekten. İşte, “Kıskançlık Cinâyeti: Bir Eleştirmen, Karısına Kur Yapan Romancıyı Bıçakladı”. Ya da öldürmeyip yalnızca kabasına dürtse mi bıçağı? Ama herif kârlı çıkardı da ha! Tek romanının reklamı olurdu ya! Elinde bıçakla, öylece kapının önünde duruyordu. Deminki adam (ya da kadın) gene çişe kalktı, ya da birbirlerini ayarttılar, sevişiyorlar. Gözlerini pencereye dikti. Karları tekmeleyerek yürümeye çalıştı. “Karda yürümek zordur.” Gençliğimin şarkısı: Enriko Masias. Yok yâ, Adamo… Adamo! Adam o; oysa kız gibi ince sesliydi; adı “adam o” ama… Yoksa Domenico Modugno muydu? Ah gençliği! Boynunun tutulduğunun farkına vardı. Eve dönse, karısını uyandırsa, şu ışıklı pencerenin ardındakiler gibi… Çevresine bakındı. Hâlâ yönünü anlayamadı. Bir kaç adım daha attı. Bacağında bir ağrı duydu. İki yana yalpalayarak yürümeye çalıştı sarhoş gibi. Ne diyorum ben yâ? Zâten sarhoşum, hem de imanına kadar içtim. Gözünün önünde de hep o herif. Karısına yılışık gözlerle bakıyor. “Ne kadar güzelsiniz!” Bu demek ki: “Kocanız olacak o hıyar, sizi hiç de hak etmiyor.” Yazmam ulan o cılk romanın hakkında. “Cılk roman”… yazmalı, yazmalı, bu özgün tamlamayı da münasip bir yerinde kullanmalı. Edip de kızgın bana. “Yaz,” diyor açıkça, “Övmesen de, yerin dibine batırsan da yaz be!” Yazayım be! Bak Edip’e bir az kıyak da geçerim. Hiç değilse edepli bir genç… Öbürü gibi değil. Neydi adı? Irz düşmanı! Evet!

Karısı derin, düşsüz bir uykudaydı.

Bir Pazar günüydü. Tarlabaşı’nda. Tipi dindi. Saat sabahın üç buçuğu. Ayılır gibiydi. İçinde artık o pezevengi gebertme isteği de kalmamıştı… ya da dürtmek. Bir ân önce evine dönmeli, sıcacık yatağına uzanmalı. Elindeki bıçağı gücünün yettiği kadar arkaya fırlattı. Bir dahaki sefere bıçağı yanlışlıkla aldığımı söyler, öderim parasını. Ama hemen değil. Bu geceki rezillik unutulmadan, unutmadan, olmaz. Kendisi biliyor yalnızca, ama olsun. Bir süre de içmemeli. Alkol kafanın çalışmasını engeller demedi mi televizyonda Yeşilaycı bir profesör? Yalan söyleyecek değil ya! Benim okuyup bitirmem gereken kılasikler var daha. Reşat Nuri meselâ. Tanpınar. Beklesin o güdük kafa romanını eleştirmemi. Edip değil, öteki… ırz düşmanı. Neydi adı? Karlar erir mi acaba yarına kadar? Karlar; düşer düşer ağlar… Şimdi temmuz başında olmak vardı. Hissedilen sıcaklık yirmi dokuz buçuk derece. Yazlığa gidiş planları yapılacak. Elimizi çabuk tutmamız gerek; karım iyice dinlenmeli. Ağustosun on beşinde toplantısı olur. Bir az daha beklesin üçüncü sayfa okurları “Bir eleştirmen…” haberini. Karım yüz vermez ki öyle angutlara. Birden sokağı tanıdı. Oturduğu sokak. Ceplerini karıştırdı. Bir kalem. Master Yayınları’nda çalışan herifin kartviziti. Kirli bir mendil. Yok, kurumuş bir “ıslak mendil”. Neden cebine tıkıştırmış ki? Evi… Sessizce girdi. Soyundu. Salon sıcaktı, pijamalarını aramaya üşendi. Karısının üzerine titrediği boş vazoyu bir yana koyup kalın masa örtüsünü aldı, üç kişilik kanepeye uzanıp üstüne örttü. Başarmıştı. Ne bir şeyler kırılıp dökülmüş, ne de karısını uyandırmıştı. Geldi… Neyse… Gözleri kapandı.

Karısı uykudaydı. Sıkıntılı, kâbuslu bir uykuda.

Adam derin ve düşsüz bir uykuya düştü.

Üvercinka, Kasım 2015

2 Comments

  1. Elinize saglik, Kelam hocam,guzel… Her film seyrederken elimde olmadan yaptigim senaristin psiko-analizini henuz hic bir yazar icin yapmamistim. Film icin olani daha kolay, kesin 🙂

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir