ÖYKÜ: AĞIZ TADI

AĞIZ TADI

Memduh Şevket Esendal’a

Artık ağzımın tadı kalmadı; ne okumaktan zevk alıyorum, ne sinemaya gitmekten. Emekli olduktan sonra yapmayı tasarladığım işlerin hiç birini yapamadım. Sabahları tıraş bile olmuyorum artık; saçlarım, sakallarım papaz gibi uzadı. Nicedir evde takım giymeyi, kıravat takmayı da bıraktım. Emekli olur olmaz, kırk yıldır değişe değişe taktığım bir kaç kıravatı, hâtıra olarak sakladığım biri dışında, çöpe atmıştım zâten. Öyle, yataktan kalktığım gibi akşamı ediyor, gazete bile okumuyor, televizyon bile seyretmiyorum. Kırk yıldır biriktirdiğim, gözüm gibi baktığım kitaplarımı eskiciye sattım üç beş kuruşa.

Artık kimse gelmesin beni ziyârete. İstemiyorum. Arada bir gezgin satıcılar kapımı çalıyor, dil döküyorlar. Terslesen bir türlü, terslemesen bir türlü. Hatırları kırılmasın diye, ufak tefek şeyler alıyorum ara sıra. Sonra da kendime kızıyorum. Oysa benim sözlüğümde kertempereye gelmek yoktu bir zamanlar. Evden çıksam, herkesin, beni bu gezgin satıcılar gibi kandıracağını düşünüyorum artık. Dışarıdaki insanların böyle olduklarını emekli olduktan sonra anladım.

Acabâ, diyorum, emekli olmadan önce ben de böyle bir insan mıydım? Ben de önüme geleni ağız kalabalığına getirip dediğimi yaptırıyor muydum? Ama konumum pek uygun değildi öyle davranmama. Bakkal değildim ki eksik tartayım; müteahhit değildim ki malzemeden çalayım. Ben karımın bile beni aldatmasına engel olamayacak olan, vur ensesine al lokmasını biriydim önceleri.

Yoo, yanlış anlamayın, karımın namusuna asla söz kondurmam; demem o demek değil. Hani arada bir ne kadar yakışıklı olduğumu söylerdi örneğin; ben de inanırdım buna, söz gelimi vapurda karşıma güzel bir hanım oturursa, kendimi bir kaşını kaldırmış ona bakar bulurdum. Yıllar önce bir arkadaşım, “Klark çekmesini pek iyi beceriyorsun, ama sonunu getiremezsin sen,” demişti de, ilk kez “klark çekmek” sözünü öyle duymuştum; demek bilmeden klark çekiyormuşum! O kadınlar ne düşünürlerdi acaba kendilerine baktığımı görünce. Belki de, hiç aynaya bakmadığımı… İnsanoğlu bu, böyle küçük şeylerle oyalamasa kendisini, nasıl geçer bunca yıl? Belki kendimi toparlamazsam, bir gün karımın, “Yıllarca yakışıklı olduğuna inandırdım seni, muşmula, haddini bil!” diyeceğinden korktuğum için, emeklilerin o hak ettiklerini sandıkları kaprislerden hiç birini yapmıyorum artık.

Emekli oldum, ağzımın tadı kaçtı sanki. Aslında saçma olduğunu bildiğim bu düşüncelere, bir az da evden çıkmamamın verdiği içe kapalılıktan dolayı kapıldığımı itiraf ederim. Şöyle çık, dolaş, arada bir birahâneye git, insan içine karış. Birahânenin televizyonundan bir fair play maçı seyret… değil mi ama? Karım da öyle söylüyor zâten; artık arkadaşları eve gelmek istemiyorlarmış; ayak altında dolaşıyormuşum. Birine yan gözle baktıysam nâmerdim. Onlar öyle sanıyor, biliyorum. Hepsi de torun torba sâhibi, kaknem karılar; unlarını elemiş, eleklerini duvara asmışlar, onun bunun dedikodusunu yapıyorlar. Başka bildikleri bir şey yok ki.

Artık, bunlar eve geldiği zaman sokağa çıkmaya karar verdim. Bir seferinde bu kararımı gerçekleştirdim de. Saçlarımı jilet takılan tarak biçimindeki Solingen tıraş makinesiyle iyice kısalttım, sinekkaydı tıraş oldum; düğüne gider gibi giyindim. Kıravat bağlamayı unuttum sanıyordum, ama kıravat bağlamak da bisiklete binmek gibidir; yıllar geçse de unutmazsın. Üç yıldan sonra sokağa yeniden çıkar çıkmaz, ne yapacağımı, nereye gideceğimi şaşırdım. Ayaklarım beni eski iş yerimin bulunduğu hana götürdü. İçinde onlarca üniversite mezununun çalıştığı bir devlet dairesi olarak, bir andavallının sâhip olduğu bir hana sığınmıştık yıllar önce.

İş için gelmiş gibi girdim içeri. Tanıdık kimse kalmamış, hepsi de ya emekli olmuştur, ya da müdürlerle, müfettişlerle takışıp sürülmüşlerdir sanırım. Çalışanlar kızlı erkekli, şık giyimli, gepegenç çocuklar. Bizim zamanımızda bu kadar çok hanım çalışan yoktu. Ama arı gibiler; ya da öyle görünüyorlar. Kimileri ellerinde kâğıtlar, bir o odaya bir bu odaya girip çıkıyorlar. Biri bilgisayarda dikkatle bir şeyler yazıyor; bir başkası üç tuğla kalınlığında bir kitaba ya da deftere eğilmiş, parmağını satırların üzerinde gezdirerek bir şeyler arıyor. İş sahipleriyle görüşenler çok nâzik konuşuyorlar.

Biri dikkatle yüzüme bakıyor; içinden, “Kim bu dede acaba; pek iş sahibine de benzemiyor…” diyordur eminim. Gülümsedi, “Buyrun efendim; size yardım edeyim…” dedi. Bir kız; ufacık tefecik, güzel yüzlü. Sanki orta üç öğrencisi gibi utangaç utangaç gülümsüyor. “Bir işim yok kızım,” dedim, “Burada çalışan birine bakmıştım. Ama yanlış geldim galiba…” Yeniden gülümsedi, “Olsun, adını söyleyin, belki bildiğim biridir,” dedi. Şaşırdım, ben kimi arıyordum ki? Hiç kimseyi. Belki eskiden ardiye gibi bir yer olan bu yerde geçen otuz iki yılımı; sık sık genelge çıkararak dâirede “gazete okunmasını” yasaklayan eski müdürümü, İsmet Paşa’ya olan benzerliğinden dolayı “Millî Şef” adını taktığımız şefimi, sürekli eşlerinin savurganlığından, çocuklarının haylâzlığından, ekmeğin aslanın ağzında olduğundan yakınan çalışma arkadaşlarımı…

Kız yeniden, “Adını söyleyin, belki tanıyorumdur..” diye üsteledi. Attım kafadan, “Mâcide… adı Mâcide,” dedim; “İş hayatına bu dâirede birlikte başlamıştık, ben yoruldum, emekli oldum; o çalışmaya devam etti benden sonra…” Kızın yüzü aydınlandı; “Tanıyorum, tabii,” dedi; “Müdürümüz… Mâcide teyze, biz hepimiz ona teyze deriz, bu gün geç gelecekti, telefonla bildirdi sabah. Az sonra gelir.”

Birden afalladım; Mâcide diye birini hayatımda tanımadım ki ben. Bir yalan attım, tuttu. “Demek yok, o zaman, sonra gelirim, ben…” diye geveleyerek bir an önce oradan savuşmaya karar verdim; tam kapıya yönelirken, kız güzel yüzünü aydınlatan bir sevinçle, “İşte… İşte geliyor,” diye küçük bir çığlık attı. Odasına yönelen Mâcide Hanım’a el sallayarak beni işaret etti. Mâcide Hanım duraladı; bana dikkatle baktı, yanıma geldi, elimi sıkarken, “Ooo, Ali Hikmet Bey, hoş geldiniz, nasılsınız?” dedi. Gülümsüyordu.

Ben… Ali Hikmet… “Teşekkür ederim, sizi sormalı,” diye geveledim; yoksa gevelemedim de içimden mi geçirdim, şimdi anımsamıyorum. “Buyrun, buyrun odama gidelim… birer kahve içer eski günlerden konuşuruz…” dedi. Sanki o da bende gençliğini, on sekiz yaşında memure olduğu bu devlet dâiresinde utancından, korkusundan bir ay boyunca yerinden bile kalkmayarak sürekli çalıştığını anımsadı. Yoksa, ben gerçekten bu hanımın eski iş arkadaşı mıydım? Yoksa o beni çok mu iyi anımsıyordu? Ama bana gülümseyerek bakan yüzünü kafamda bir kez daha tartınca, onun, benimle aynı zamanda işe başlayamayacak denli ‘genç’ olduğunu da anladım. Benim Mâcide, benden çok önce emekli olup evine çekilmiştir; yaşıyorsa, torun bakıyordur şimdi…

Onun arkasından yürürken, “Peki, benim Ali Hikmet olduğumu nereden biliyor ki…” diye düşünüyordum. Bana masasının önündeki sandalyeyi gösterdi. Onun oturmasını bekledim, sonra ben de oturdum. Ama tedirgindim. Tedirginliğim, yüzüme bir az daha dikkatli baktıktan sonra, “Hay allah, beyefendi… sizi tanıdığım, Ali Hikmet Bey adlı birine benzettim; kusura bakmayın, adınız ne, buraya neden gelmiştiniz?” diyeceğini sandığımdandı. Ben Ali Hikmet Bey’sem ve o da beni tanıyorsa, ben neden onu hiç tanımıyorum? Değilsem, neden bozuntuya vermemiştim?

“Nasıl geçiyor emeklilik? Eşiniz nasıl? Adı Mebrûre’ydi, değil mi?” diye sordu. Tıpkı eşimin, adını söyleyen herkesi uyardığı, “‘U’, uzatılıp söylenecek: Mebrûre…” dediği gibi söylüyordu bu adı. “Evet… İyi…” diye geveledim yeniden. Acaba, “Size selâmı var…” diye de eklese miydim? Benim konuşmama fırsat vermeden “Babası nasıl oldu?” dedi. Gerçekten de ilgiyle soruyordu; her zaman yapıldığı gibi lâf olsun diye değil… O denli emin soruyordu ki, bir an bizi gerçekten tanıdığı duygusuna kapıldım. Uzun zamandır görüşmemiştik belki de. “Şey…” dedim, “Hakkın rahmetine kavuştu geçen ay.” Birden yüzü asıldı: “Vah vah,” diye yazıklandı, “Başınız sağ olsun. Başsağlığı dileklerimi Mebrûre Hanım’a da iletin.” Masanın altındaki zili çalmış olmalı ki, delikanlı yaşta, odacı kılıklı biri kapıyı tıklatıp yanıt beklemeden girdi; Mâcide Hanım, buyurgan bir sesle, “Oğlum, bak, beyefendi ne içerler…” dedi; delikanlının sormasını beklemeden bana döndü, “Beyefendi, ne içersiniz?” diye sordu. Sesi birden ricâ eder tona inmişti. Odacıya bakarak, “Bir orta kahve oğlum,” dedim. Mâcide Hanım, “Suyu unutma geçen seferki gibi..” diye ekledi. Sonra bana döndü, pek üzgün bir sesle, “Demek kaybettiniz,” dedi, “Pek severdim kendisini… duymamışım…” Ben de sesime acıklı ve acılı bir ton vererek, “Sevmeyeni yoktu ki rahmetlinin…” dedim, “… ama hayat…”

Bir yandan da, kendi kendime, “Yâhu, ne yapıyorsun, sen evlendiğinde kayınpeder çoktan ölmüştü. Kayınvalden, ‘Aman evlâdım, öldü de gün yüzü gördüm. Ölünün arkasından konuşulmaz ama, aradan yıllar geçti… Mebrûre’m ufacıktı daha…’ diye dert bile yanmamış mıydı?” diyordum. Tam o anda, “Rüştü de ağır bir hastalık geçirdi; aylarca hastaneye taşındık biz de…” dedi yüzüme dik dik bakarak, “Ama şimdi turp gibi.”

Artık kendimi konuşmanın akışına bıraktım; tedirginliğim bir anda geçmişti, “Hastalık da ölüm de insan için değil mi hanımefendi…” dedim. Rüştü, kocası mıydı, oğlu muydu kestiremediğim için yalnızca, “Büyük geçmiş olsun, hanımefendi…” diye mırıldandım. Odacı kahvelerimizi getirdi; cebimden samsun paketini çıkararak, “İzin var mı?” diye sordum. Gülümsedi, “Aman Ali Hikmet Bey, siz sigara içmezdiniz ki…” dedi. “Öyleydi, ama işte büyük acı… Cenâzede, farkında olmadan istemişim birinden… sonra da bırakmadım bir daha… bir aydır falan…” derken sözümü kesti: “Buyrun, buyrun, rahatınıza bakın,” dedi, “Hattâ, ben de tellendireyim bir tane.” Önümü ilikleyip yarı kalkar gibi paketi ona doğru uzattım. “Kusura bakmazsanız el’em içeyim, bizimkiler öksürtüyor,” dedi, “Aslında yavaş yavaş bırakacağım ama… Rüştü, ‘Karıcım, bu meret ya birden bırakılır, ya da hiç’ diyor… Benimkisi eski tiryâkilik…” diye gülümsedi.

Şükürler olsun; Rüştü’nün kim olduğunu öğrenmiştim. Şimdi onun hakkında bir şeyler sormak gerekiyordu. Ya atıp da bu kez tutturamazsam? “Rüştü Bey ne yapıyor şimdi?” diye korkarak sordum. “Demek aranız daha düzelmedi,” diyerek gülümsedi, “Baksanıza, kırk yıllık dostunuzdan ‘bey’ diye söz ediyorsunuz… En son ne zaman görüşmüştük? Var bir üç dört yıl… Son görüşmemizde… canım hiç insan o kadar sudan bir sebeple birbirini kırar mı? Birbirinize iyiden iyiye veriştirmiştiniz…”

Kendimi köşeye sıkışmış duyumsadım bu sözler üzerine; acaba ben olmayan Ali Hikmet’le arkadaşım olmayan Rüştü Bey neden birbirlerine verip veriştirmişlerdi? Durup dururken merakım depreşti, ama soramam ki. Şimdi dargınlık nedenini söyleyip, “Yaa, insan…” diye başlamak gerekmez miydi? Hem dur bir dakika, belki bir manevra kıvırır, merakımı giderebilirim. Başımı önüme eğdim, “Ben ona kırgın değilim ki…” dedim, “O bana kırılmışsa bilmem.” Hanımefendi bilmiş bir edâyla başını salladı: “Bilmez miyim canım, ne huysuzdur o. Yaşlandıkça daha da çekilmez oldu.”

İçim rahatlamıştı; suç bende… amaan ne diyorum yâhu, Ali Hikmet Bey’de değilmiş. Sevindim bayağı. Şu ölümlü dünyada kimseyi kırmak istemem. Hem baksanıza, küsüşmemizin, şeyyy… küsüşmelerinin sebebi sudan bir şeymiş. Belki neden küsüştüklerini Rüştü Bey de hatırlamıyordur. Yine de, merakım gitmiş olmadı. “Tabii canım,” dedim, “Bir maç sonucu için bunca yıl dargın kalmak…” Mâcide Hanım irkilir gibi oldu: “Ne maçı?” diye merakla sordu. Şaşırdım, “Hani biz sürekli Fenerbahçe Beşiktaş rekabeti ile…” diye geveledim. Mâcide Hanım, “Aman beyefendi, Rüştü futboldan nefret eder, karıştırıyor olmayın?” diye şaşaladı. Hemen toparladım kendimi: “Rüştü’den değil canım; ben Cemil’den söz ediyorum, gerçekten karıştırdım…” diye üste çıktım. Şaşırmış gibi yüzüme baktı; açıkladım: “Hani şu kara kuru bir arkadaşımız vardı, bizim Cemil canım, hani…” Gözlerinde anlamamış bir ifade vardı; dalgın bir sesle, “Çıkaramadım şimdi,” dedi, “Rüştü’yle ortak arkadaşınız her hâlde?” Ben de “Tanışmadınız demek Cemil’le… Allah, allah…” dedim.

O sırada bana yardımcı olan kız memur girdi içeri. Müdire hanıma imzalatacak kâğıtlar varmış. Fırsatı ganimet bilip kalktım, önümü ilikleyerek elimi uzattım: “İşiniz başınızdan aşkın; ben sizi daha fazla meşgul etmeyeyim. Şimdilik hoşça kalın,” dedim. Bir yandan kâğıtları imzalarken, gülümseyerek elimi sıktı, (o anda solak olduğunu duyumsadım): “Konuşuyorduk… neyse… Mebrûre Hanım’a selâmlarımı söyleyin. Yine beklerim…” dedi.

Oradan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Güpegündüz düş mü görmüştüm ben? Bir an, bana seslenip, “Beyefendi, sizi tanımadığımı şimdi fark ettim. Siz benimle dalga mı geçtiniz?” diyerek üzerime yürüyeceğini; memurlara, “Polis çağırın, deli her hâlde bu herif…” diye bağıracağını sandım, ama sandığım gibi olmadı. “Acaba Mebrûre’nin arkadaşları dağılmışlar mıdır şimdi, gitsem mi eve…” diye düşündüm binadan çıkınca.

Kapıda genç bir çingene kızı, mis gibi kokan çiçek sergisinin başında bağdaş kurmuş, yere oturmuştu. “Bey amca, alsana teyzeme bir çiçek,” diye yılıştı. Epey aralık yakasından memelerinin elifi görünüyordu. Birden şeytanın nefesi yalayıp geçti bir taraflarımı. Çağla yeşili kocaman gözlerini dikmiş bana bakarken ayaklarım dolaştı, az daha düşüyordum. Kız, “Aman bey amca… dikkatli ol bir az..” deyince kendine geldim.

Esmer teni pırıl pırıldı.

“Sapıtma Ali Hikmet, sapıtma!”

Dudakları öp beni diyordu.

“Sapıtma Ali Hikmet, sapıtma!”

Memeleri ele gelmiş iri ayvalar gibiydi.

“Sen bu işleri bırakalı…”

Birden bir kuş havalandı.

Kız otuz iki dişini gösterip gülüyordu. “Amca, bunlar dayanıklıdır, vazoya koyup her gün az bir az sularsan, haftalarca dayanır!” diye ısrar etti.

“Yapma,” dedim, “Koparılmış hiç bir çiçek haftalarca dayanmaz! Ne kadar sularsan sula…”

Uzun boylu, esmer, kara kuru bir delikanlı beliriverdi birden; kapının duldasından çıkmıştı belki de. “Kız Fidan, konuşma fazla!” dedi, “Almıyor işte!”

Yüzüne baktım. Herif bu Karmen’in kocası olacaktı. Düşmanca gözlerle bana bakıyordu. “Yürrü bey amca, akşam akşam elimi kana bulama, belânı başkasından bul!” diyerek üzerime yürümesinden korktum.

“Hayırlı işler,” gibi bir iki söz mırıldanarak, koşar adım uzaklaştım oradan.

Eminim, herif kendi kendisine, “Karı acemi, anlamadı; ama moruk kaçın kurası. Ben çıkmasam ortaya, sulanacaktı resmen! Teneşir kaçkını!” diye söyleniyordu şimdi. Akşam eve döndüklerinde, “Bana bak, gençler bir yana, en çok bu kart zamparalardan korkacaksın! Bana bir lâf getirirsen, kırarım kemiklerini!” diyerek bir de zılgıt geçecektir Karmen’e.

Ama kız güzeldi, ne yalan söyleyeyim.

Kuş yeniden kondu kalktığı yere.

Sinemalar 6:45 seansına başlıyordu bir az sonra. Hâlâ tükenmemiş bilet kuyruğundakiler birbirlerini iteliyor; ağız dalaşı yapıyor; kızları, kadınları kesiyor; sinemanın camekânlarında kendilerini seyrediyorlardı. Şimdi bir bilet alsam, iki saat karanlık salonda, tanımadığım oyuncuların bilmediğim dilde konuşmalarını dinleyerek vakit geçirsem… derken, bir küme genç sırayla omuzlayarak beni yana savurdular; bir yandan da, “Amca, yalı kazığı gibi dikilmişsin yolun ortasına! Çekilsene bir az kenara!” diye azarladı içlerinden biri beni.

Sesimi çıkarmadım. Şimdiki gençler hep böyle. Kimsenin yaşlılara saygısı kalmadı. “Sen ne diyorsun Ali Hikmet? Kim yaşlı? Sen en olgun çağındasın şimdi,” dedi biri. Baktım, bir ayakkabıcı vitrininin camındaki ben. Yüzümde sırıtık bir ifade. Omuzlarımı dikleştirdim; ellerimi cebime soktum; âhenkli adımlarla bir yürüyüp kuyruğa girdim. Tam gişeye yaklaşmıştım ki, sinemanın bir az ilerisinde bir birahâne gördüm, birden karar verip kuyruktan çıktım ve içerdeki herkesin duvardaki plazma ekrandan maç seyrettikleri birahâneye girdim. Bu sıcakta, o karanlık salonda kim film seyreder şimdi!

Boş yer yoktu, ama iş bilir garson, dudaklarındaki sigarayı unutmuş, kafaları biranın dumanıyla kaplı, kendilerini maça kaptırmış iki kişinin arasına sıkıştırdı beni. Yanımdaki, benim yaşıtım görünen adam, bir az önce konuşuyormuşuz da televizyona dalmışız gibi başını ekrandan bana çevirerek konuşmasına devam etti:

“Ha, ne diyordum, her akşam eve geç gidiyormuşum da, elime geçeni birahânelerde yiyormuşum da… Ulan karı, sen eksik etekliğinle nasıl karışırsın bana be! Aynen böyle dedim beyefendi, aynen böyle; sonra da aşkettim tokatı suratına, çektim çıktım. İyi yapmamış mıyım ama?”

Garsonun getirdiği arjantinden bir yudum alırken, “Valla, ne desem ki…” diye mırıldandım. Öbür yanımdaki, benden epeyce genç gösteren adam, “İnanma Yusuf âbi, bilmez misin Maço Abdullah âbiyi. Onun mezesi de bu!” dedi.

Yusuf kimdi, Abdullah âbiyi nerden biliyordum, sormadım. “Bilmez miyim hiç,” dedim; “Abdullah, yahu ne güzel maç seyrediyoruz işte. Germe ortalığı,” diyerek Maço’ya sözde çıkıştım bile. Abdullah, yine bana dönüp aynı ses tonuyla, aynı yüz ifadesiyle “Ha, ne diyordum, her akşam…” diye yeniden söz başlayınca, yanımdaki, “Barbaaa!” diye seslendi ortaya, “Plak takıldı yine, bir bira daha versene şuna! Benden…” Bense, İstanbul’da barba kaldı mı yahu, diyordum kendi kendime; üstelik bu da, meyhâneci değilse bile, birahâneci…

Plazma ekranda oynanan millî maçtı sanırım. Muhabbet olsun diye, ortaya, “Maç kaç kaç?” diye sordum; gençten biri üzgün ama sinirli bir sesle, “Ekranda yazıyor ya beybaba…” dedi. Ellerimle ceplerimi yoklar gibi yaptım, “Yaşlılık evlât… gözlüğümü evde unutmuşum da…” diye açıkladım; yan gözle ekranın köşesindeki “Türkiye 0 – Almanya 1” yazısını okuyordum. Bana beybaba diyen çocuk önce toparlandı, saygılı bir ses tonuyla, “Türkiye 0 – Almanya 1” diye okudu; sonra, “Gölü Müller attı,” diye ekledi. Bilgiç bir tavırla, kendi kendime gibi söylendim: “Ben biliyordum onun bize bir iki gol atacağını; Fâtih’e, Kasap’ı kadroya almasını söylemiştim ama…” Çocuk, “Fâtih âbiyi tanıyor musun amca?” diye önce sordu, sonra şaşırdı. Ben hem tanıyorum hem tanımıyorum anlamına gelebilecek şekilde başımı salladım. Çocuk yanındakini dürttü: “Fâtih Terim’i tanıyormuş beyamca…” dedi. “N’âpalım…” dedi olmak üzere olan delikanlı, “Ben de Bülent Ersoy’u tanıyorum.” Kim bilir kaçıncı birasından kaçıncı yudumu aldı. Benimle ilk konuşan, “Sakın sen de, bunun Bülent ablayı tanıdığı gibi tanıyor olmayasın Fâtih âbiyi?” diye işkillendi. “Ben su dökmeye gidiyorum, bekle de öğren tanıyor muyum tanımıyor muyum…” dedim; kalkıp tuvalete yönelir gibi yapıp garsona biramı ödedim ve kapıdan sıvıştım. Ne olur ne olmaz, sarhoş kafası; kendisiyle dalga geçtiğimi sanıp, ıslatabilirdi beni. Rakı, viski içenden korkmam da, biracılardan korkarım. Sarhoş ayaklarına yatıp, her balı yerler. Gençliğimde az mı… neyse…

İçtiğim biradan başım dönmüştü, midem hem bulanıyor, hem kazınıyordu. Evden uğradığımdan beri bir şey yememiştim. Evdeki karılar gitmemiştir, diye düşündüm. Sonra aklıma üç film birden gösteren bir Şehzadebaşı sinemasına gidip, uyku çekmek geldi.

Bir keresinde ilkokul arkadaşım Necati’ye rastlamıştım, Kasımpaşa’daki Yavuz sinemasında. Bir az konuştuktan sonra film başlayınca, “Hadi bana iyi geceler…” deyip uyumaya hazırlandı. “Ne o?” dedim, “Filmi seyretmeyecek misin? Uykun varsa niye sinemaya geldin? Evinde uyusana!” “Evde beş çocuğun gürültüsünden uyunabilir mi! Sıkıysa, bir gün gel de sen uyu!” dedi; tatlı, dingin, rahat, horultulu bir uykuya daldı. Beş çocuk ha, yirmi beş yaşında beş çocuk… İçin çıksın be, senin de karının da!

Ben de aynı şeyi yapayım dedim; ama ya horlarsam? Benim hanım, gümbür gümbür horladığımı söyler. Birahânede yemediğim dayağı sinemada yemeyeyim sonra diye aklımdan geçirirken, Karmen’in delikanlısıyla burun buruna geldim birden. Bende şafak attı. Bu gün birinden dayak yemeden eve dönemeyeceğim gâlibâ…” diye düşündüm. Delikanlı yengeç gibi yan yan bana sokuldu, “Cıgaran var mı bey amca?” diye sordu. Belli ki beni tanımamış ya da unutmuştu. Uzattığım samsuna tiksinir gibi baktı, “Marbora yok mu… Yerli cıgara öksürtüyor be…” dedi. “Yok…” dedim, “Olsa verirdim, ama ona para yetiremem…” Paketten bir sigara aldı, bekledi. Bana bakıyordu dikkatle. Şimdi “Haa, seni tanıdım, sen benim Karmen’e yeşillenen moruksun. Yemez miyim şimdi seni ben!” diyerek girişeceğe benziyordu. Oysa, yalnızca, “Eee, hani bunun ateşi…” dedi gülümseyerek. Cıgarayı da çakmağı da ona uzattım. “Almayayım beybabacım, o kadarı ayıp olur,” dedi. “Al, al,” diye ısrar ettim, “Ben sigarayı bıraktım şu andan itibaren…” Bu lâfımdan sonra artık ayıp olmazdı, “Eh… Alayım bâri…” dedi; satın alıyormuş gibi elinde evirip çevirip çakmağı inceledi..

İşte tam bu sırada, benim Karmen’in iki koluna boş sepetler asılı olarak köşeden döndüğünü gördüm. Parmağımı ağzıma götürüp ona sus işareti yaptıktan sonra, “Hadi bana eyvallah,” deyip İyisu yokuşundan aşağı koşar adım indim.

Eve vardığımda kocakarılar çoktan gitmişti. “İşte ağız tadıyla geçmiş bir gün; bir Beyoğlu cevelânı… Bunu sık sık yapayım,” dedim kendi kendime.

Üvercinka, Mayıs 2016

2 Comments

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir