OKUMAK YA DA OKUMAMAK…

Önsöz yerine:

OKUMAK YA DA OKUMAMAK… İŞTE BÜTÜN SORUN BU!

 Okumak, bana göre, okurun okuduğu metinle, dolayısıyla metnin yazarıyla bir hesaplaşmasıdır. O metni yazan da, yaşamla hesaplaşmış; alacaklarını vereceklerini sözcüklere dökmüştür. Her hesaplaşma gibi, yazmak da okumak da bir serüvendir. Çile çekmektir; coşkulara, korkulara kapılmak, düşlerin, düşlemlerin, karabasanların için boğulup gitmektir; mutlulukla göklerde süzülmek, cennet bahçelerinde dinlenmek, sözcüklerin gizine ulaşırken yürek çarpıntıları içinde kalmaktır. Okumak; sözcüklerle çekişmek, imgelerle didişmek, kimi zaman utku kazanmış bir komutan gibi okuma eylemini bitirmek, kimi zaman metnin girdabında boğulup gitmektir.

Bunlar, okumak konusunda, günümüzde hiç moda olmayan, belki gülünç denebilecek benzetmelerle örülmüş, pek “edebî”, pek “duygusal” düşünceler. Yine de, sanırım en azından benim için okumanın ne olduğunu anlatmanın başka yolu yoktur. Ama, ister metni alt etmiş, isterse ona yenilmiş olun; sonunda, her serüvenin sonunda olduğu gibi, siz, metni okumadan önceki siz değilsinizdir;  hani Orhan Pamuk’un ünlü “Bir kitap okudum, hayatım değişti” diye bir cümlesi vardır ya; yaşamı değiştiren yalnızca bir kitap değildir ki; okuduğumuz her şey değiştirir bizi.

Bir yandan eskil Mısır’ın dini, bir yandan Budist metinler, bir yandan Eski Ahit, elbirliğiyle Hıristiyanlığı kotarırken, belki de “ikiz kulelerin” yıldırı eylemiyle yerle bir edilmesinin de düşünsel temellerini hazırlıyordu. Bütün bu dinlerin en büyük kaygılarından biri de, öğretilerinin zamanla değişmesini önlemek için önlemler almaktı: yazıya dönüşerek… “Okuyan”ın artık “eski okuyan” değil, “yeni okuyan” olmasını   sağlama tutkusu. İslam dini de, Muhammed’e buyurulan “İkra!” (Oku!) sözüyle başlamıştı. Ne önemli, ne yazgı belirleyici bir buyruk! Üniversite kapılarında aynı sınıfın gençlerinin (“türban”ları için mücadele eden kızlar), yetişkinleriyle (aldıkları buyruğu yerine getirmeye çalışan polisler) çatışmasının tohumlarının bu “İkra!” buyruğuyla atılmadığını kim ileri sürebilir?

Hamlet, Ophelia’nın “Ne okuyorsunuz?” sorusuna, “Sözcükler, sözcükler, sözcükler…” yanıtını verir; acaba vakitten bol bir şeyi olmayan, bu nedenle bütün “mesâisini” babasının katilinin, amcası olduğunu kanıtlamaya verebilen Hamlet, bir elinde kitap, bir eli çenesinde, aşağı yukarı dolaşarak neyi okuyordu? Ya da, bunu bilmek, “deli danalar gibi” işinden evine evinden işine seğirten, zenginlikler içinde yoksunluktan “geberen” günümüz insanının, yâni bizim, ne işine yarayabilir? Bununla birlikte, Hamlet’in verdiği “Sözcükler, sözcükler, sözcükler…” yanıtının, yüzlerce yıl boyunca metni okuyanları da, sahnede seyredenleri de değiştirmediğini kim söyleyebilir? Bence Ophelia’nın koridorda Hamlet’e rastladığı sırada, Hamlet, Shakespeare’in Hamlet adlı oyununu okumaktadır. Ophelia, Hamlet’te “Ne okuyorsunuz?” diye sorduğu sırada, Hamlet de Ophelia’nın Hamlet’e “Ne okuyorsunuz?” sorusunu okumaktadır. “Yaşam”la “yazı”nın iç içe geçtiği bir sahnedir bu! “Yaşamın sahnede oynandığı”, “sahnenin de yaşamda oynandığı” bir “sahne”… Biz de,  işte tam o anda, bir ruh durumundan daha başka bir ruh durumuna yükseliriz. Hangi ruh durumuna? Bunu açıklayabilecek kimse var  mıdır? Yüzyıllar boyunca incelemeciler, boşu boşuna Hamlet’in gerçekten “deli” olup olmadığını araştırmışlar; bu uğurda yeryüzünün bütün çöllerinden çok daha fazla kâğıt, ırmaklarından çok daha fazla mürekkep harcamışlar. Sonuç sıfır! Hâlâ Hamlet’in “deli” olup olmadığını bile bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Hamlet’in okuyan (ya da okuma taklidi yapan… ama bana sorarsanız, gerçekte ne olduğunu bilmediğimiz o kitabı  okuyan) bir prens oluşudur. Oyunda başka hiç bir kişi, her hangi bir şey okumaz! Bir başka deyişle, herkes içinde bulunduğu durumu ve konumu kabullenmiştir; bir tek Hamlet hesaplaşma tutkusu taşır. İşte o kitabı okurken de, kitabın yazarıyla hesaplaşmaktadır; kitap prensin hesaplaşmasının bir simgesidir! Hamlet’in asıl hesabı da, kendi kendisiyle olandır! Ama bu hesap, Hamlet’i olduğu kadar bizi de değiştirir işte.

Her okur, yazarıyla hesaplaşır; yazarla hesaplaşırken, kendi kendisiyle de hesaplaşır! Her okur, mu dedim? Durun, her okur değil… Okuduğunu yeniden yazabilen (oluşturabilen; inşa eden, ya da ne derseniz deyin) okur. Bunun için de, metni yüreğinde duymalıdır insan. Metni yüreğimizde duyamıyorsak, onu yeniden anlamlandıramıyorsak, her okuyuşta başka anlamlar, başka tatlar alamıyorsak, “bu nice okumaktır”? O zaman, boynuna bir taş bağla, at kendini Sarayburnu’ndan denize!

Peki, okuduğumuz metni yeniden oluşturalım, metinde yeni tatlar bulalım her okuyuşta. İyi, ama nasıl yapalım bunu; metni nasıl yeniden yazalım, her okuyuşta yeni tatlar bulalım?

İşte, benim okuma serüveni dediğim de bu! Okuduğumuz ne olursa olsun; ister kitap, gazete, dergi, broşür, reklam, ilan, mahkeme ilâmı vb. olsun, ister bilgisayar görüntülüğü ya da ilâç prospektüsü… yazılan her şey, yazarına  yabancılaşmış, önümüze atılmıştır. Yazılanla baş başayızdır artık biz ve bu metinlerden “alacağımız”, yalnızca bize bağlıdır. Tıpkı bilmediğimiz bir dilde yazılmış metni anlayamamızın nedeninin, o dili bilmeyişimiz olduğu gibi. Bu metinden bir şey anlayamıyorsak, bunun nedeni “yazarın dili”ni bilmeyişimiz değil midir? E=MC2’den Einstein ne anlıyordu, ben ne anlıyorum, siz ne anlıyorsunuz? Einstein, E’nin, =’in, M’nin, C’nin ve C2’nin ne anlama geldiğini elbet de biliyordu; bu formülü okuyabilmemiz ve anlamanın mutluluğunu tadabilmemiz için, bunları bizim de öğrenmemiz gerekiyor; işte o zaman Einstein’le aynı dili konuşmuş oluruz.

Doğuda tasavvufçular, tanrıyı evrende görüyorlardı; çünkü dünyayı okumasını biliyorlardı; Hallâc-ı Mansûr, “dünya metnini okudu; bunu bir anlamda doğatanrıcı nitelikteki  “dünya, tanrının somutlaşmış görünümüdür; o halde ene’l-hak [ben (de) tanrıyım]” olarak anladığı için derisi yüzülerek öldürüldü. Sonra insanoğlu gökleri okumasını öğrendi; Giordano Bruno, dünyadan görülen samanyolunu okuyarak, bunu “bir çok evren vardır” diye anladığı ve anlattığı için ateşe atıldı. Galileo Galilei, göğün metnini okudu, bunu “dünya dönüyor” olarak anladığı ve anlattığı için engizisyonda yargılandı, ölüme hüküm giydi, ama sonra akıllılık edip döndüğü için, bu işlerle uğraşmamak koşuluyla bağışlandı (Mahkemeden çıkarken “Yine de dönüyor” diye mırıldandığı rivâyet edilir!)

Mansûr da, Bruno da, Galileo da aynı “metni” okudukları halde farklı sonuçlara vardılar. Bu farklı sonuçlara varmalarının nedeni, okudukları “metin”le değil, kendi kişilikleri, kültürel ve entellektüel birikimleriyle ilgilidir. Başlarına geleni en iyi anlatan metin de, bir Türk halk türküsünde geçen, “Hem okudum hem de yazdım / Yalan dünya senden bezdim” dizleridir. Halk ozanı da, onlar gibi dünyayı okumuştur; ama başka bağlamda. Onların çektikleri acılara karşılık, halk ozanı da kırık kalbiyle diyar diyar dolaşmıştır belki de. Onlar, câhil olsalardı, “okuması”nı bilmeselerdi, “okuma serüveni”nin coşkusunu yüreklerinde ve beyinlerinde duymasalardı, kuşkusuz daha rahat bir ömür geçirilerdi; ama öyle olsaydı dünyanın hâli bu gün çok başka olurdu… kim bilir?

Yukarda söylediklerimizin anahtar sözcüğü, “okuma”dır ve bu kesinlikle, “harfleri birbirine çarptırıp sözcüklerin (nesnelerin) anlamını anlamak değildir. Hayır! Bin kez hayır! Nesneler hep aynı şeyi söyler bize. Nesnelerin dili yoktur. Bir ağaç, bir İngiliz için de, bir Türk için de, bir Çinli için de, hep aynıdır. Toprağın dibinde kökleri, katılaşmış bir kabuğu, soluk almaya yarayan yaprakları olan bir tür canlı… Metinse, yalnızca “ağaç”tır ve “ağaç”ın anlamı, kişiye göre değişir. Çocukluğumun geçtiği Kasımpaşa’da, evimizin yanında bir söğüt ağacı vardı. Yazın sipsivri göğe uzanır, zemheride esen acı rüzgârla, zikreden bir derviş gibi iki yana sallanırdı. Ağaç deyince o söğüt gelir aklıma; çocukluğum, Birlikspor-Zindanarkası maçları, golleri engelleyemediğim için (bek oynuyordum, soyadımdan dolayı!) takımdan atılışım, sonraki maçlarda kaptan Tekin’in beni malzemeci yapması, kol saatim olmadığı ve kol saatine pek hevesim olduğu için, “ileri mevki”de oynayan Şükrü’nün saatini bana emanet etmesi dolayısıyla malzemeci olduğuma sevinişim gelir. Herkesin vardır böyle anıları ve bu anılar bile, yıllar sonra okuyacağımız bir metni anlamlandırmamızda etkili olur; ister öğretici bir metin olsun, ister yazınsal bir metin.

Sait Faik’in sözünü ettiği “anılar sarnıcı”dır bu. Oğuz Atay’ın tutunamayan kahramanı arkadaşını ararken kendisini bulur; ama asıl bulduğu kendisini oluşturan geçmişidir. Orhan Kemal’in Baba Evi, Âvâre Yıllar ve Cemile üçlemesinde anlattığı kendisi değil ben’im. Benim geçmişim… Borges’in labirentlerde kaybolan kahramanları da tek tek ben’im. Hayır, Madam Bovary kesinlikle Henri Beyle yani Flaubert değil ben’im; Hâlit Ziya’nın Bihter’i de (Aşk-ı Memnu), Mehmet Rauf’un Necib’i de (Eylül)… Ve ben Benetton’un bir reklam metnini ya da İlhan Selçuk’un o tadına doyulmaz fıkralarından birini okurken, bu anılar, sarnıçlarından uğrayarak dört bir yanımı kuşatır, “Dur bakalım,” derler, “Biz olmadan anlayamazsın bu okuduğunu!” İstesem de reddedemem ki onları…

İşte böyle; yazar yazarken, ben de okurken nesnel değilim; kesinlikle. Belki de, yazarlarla bizleri birbirimize bağlayan, göklerde serseri serseri dolaşan yıldızlarımızın bir an için rastlaşmaları; bu rastlaşmadan gizemli bir ışığın doğmasıdır. Onun için, kararımızı hemen vermemeliyiz, böyle de şiir olur mu; bu da roman mı diye… Olur a, belki de kişliliğimiz okuduğumuzla  çakışmamıştır; olur a, belki de yıldızlarımız rastlaşmamıştır. Sözün kısası kusur bizdedir!

Okumak, Şeyh Gâlib’in, Hüsn’e kavuşmasının koşulu olan Kimya’yı bulmak için çetin yolculuğu göze alan, mumdan gemilerle ateş denizini aşan, ejderhaları yenen Aşk’ının, çileli ama mutlu serüvenidir. Sonunda, herkesin kendisini bulduğu bir gizemli serüven…

 

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir