ÖYKÜ: NESRİN

NESRİN

 

Kırkikindi yağmurları dinmiş, bahar yavaştan yüz göstermeye başlamıştı. Erkenci serçelerin cıvıltıları, artık kargalardan önce duyulmaya başlıyordu sabahları. İşte benim dağılmaya başladığım zamanlar, bu zamanlardır. Kanım mı daha deli akıyordu yılın bu vakitlerinde, yoksa solumdaki kötülük meleği beni ayartıyor muydu, bilmem; ama yılın bu vakitleri işten her zamankinden fazla nefret ediyor, sabahları yataktan cesedim kalkıyordu. Annemin her zaman ekmeğin ağzında olduğunu söylediği aslan, böyle zamanlarda uyuz bir sokak köpeğinden daha fazla ürkütücü olamıyordu.

Nesrin, mâliyede memur Hamza Bey’in kızı, bu zamanlarda gözümde tütmeye başlıyor, onu bir kerecik, kısa bir an görebilmek için evlerinin çevresinde dolanıyor; göremediğim zaman efkârlanıyordum. Babası onu uyardığından, artık tek başına sokağa bile çıkamıyordu; bırakın sokağa çıkmayı, sokağa bakan odanın pencerelerinde bile görünmüyordu. Beni sevmediğinden değil; bizim Hüseyin sevgilisi Hamide’den duymuş;  “Beni kaçırmayı kabul etse, râzı olurdum; ben de onu seviyorum,” diyormuş. Kanım deli akıyordu, ama yüreğim o kadar da mangal gibi değildi. Gerçi, Hüseyin de bunu söylerken bıyıkaltından gülüyordu; ama olsun, ben dediklerine inanmak istiyordum ya!

Hâlde çalışmaya başlayalı o kadar da fazla olmamıştı. Sebze ve meyve kasalarını saymak görevlerimden yalnızca biriydi. Hamalların biri gider biri gelirken, kasaların kaç tane olduğunu, kimin kaç tane kasa taşıdığını deftere kaydetmek de benim görevimdi. Kasaları kamyondan boşaltıp depoya taşımaya da yardım ediyordum. Ayrıca mahalle içindeki manav dükkânında da tezgâhtarlık yapıyordum.

Akşam hesap görülürken, kimsenin kimseye hakkının geçmemesi gerekiyordu. Yoksa, bunun hesâbını yukarda Allah sormaz mıydı! Gerçi işim sıkıcı görünüyor, ama ben çalışırken bile eğlenmenin bir yolunu bulurum. Anneme haylazlık yapmayacağıma söz verdiğim hâlde, azarlanmadan eve döndüğümü anımsamıyorum. Patronum Baba Hayri kaç kere anneme şikâyet etmiş; ama annem fazla üzülmesin diye, “Gençlikte olur böyle şeyler, kardeşim; ben yalnızca bilesin diye söylüyorum,” diye de eklemeyi unutmazmış. Annem bir gün çok sinirlendiği zaman anlattı bütün bunları bana. Yaramazlıklarımın neler olduğunu burada ayrıntılı yazmanın bir anlamı yok. Aslında bu kadarını da yazmak gerekmezdi ya, benim yaramazlıklarım mahallede ünlüdür. Başkasından duyacağınıza benden duyun istedim; çünkü bu huyumun, anlatacaklarımla çok ilgisi var.

O zamanlar Baba Hayri, geçim sıkıntısı içinde bunalan anneme acıdığı için beni yanına almıştı. Kasalardan meyvaları çıkarıp mostra olarak dizmek, gelen gidene çay taşımak, önlüğümün tersiyle elmaları parlatmak gibi özel beceri istemeyen işlerdi benden beklenen. Zâten manav çırağının özel becerisi olsa ne olur, olmasa ne olur! Sabahları dükkânı saat onda açıyordum, açar açmaz da mevsimine göre ya “Karpuz kurâbiyeee!” ya da “Şeftaliye baak, şeftaliyeee, şeker şurup mübârek!” ya da “Üzüüüm, neden almıyorsun, iki gözüm!” diye bağırmaya başlıyordum. İlk satışı yaptıktan sonra aldığım parayı, ustamdan öğrendiğim gibi, henüz terlemiş olan sakalıma sürüyor; “Allah bereket versin bey amca / hanım abla / dayı / enişte…” diye esnaf duası yapıyordum.

O yaz sıcaklar erkenden bastırmıştı. Güneş tepemizde fırın ağzı gibiydi; ter saçlarımızın dibinden bile fışkırıyordu. Baba Hayri meyve kasalarının üstüne oturmuş, sabah keyfindeydi… ama öyle değilmiş. Sararmış parmaklarının arasında bir sigara, elinde bir bardak tavşan kanı çay vardı.

– Gelsene bir az, diye seslendi bana.

– Ben mi baba?

– Gel, gel!

Hemen seğirtip yanına gittim. Yanındaki sandığı gösterdi; oturdum. Yüzünde şimdi beni evire çevire dövecekmiş gibi bir ifâde vardı. Çayından aldığı son yudumu, sigarasından çektiği derin bir nefes izledi. Ben tedirgindim, yüzüne bakamıyordum. Bardağı bana uzattı, aldım, ilerdeki masanın üzerine koydum. Bir yekindi şöyle:

– Anan nasıl, bir sıkıntısı yok ya?

– İyi, baba, iyi… her sabah selâm söylüyor, ama ben unutuyorum sana söylemeyi…

– Aleyküm selâm, dedi Baba Hayri, getiren götüren sağ olsun. Sen de ona benden selâm söyle…

Başını kaşıdı; nereden başlayacağını bilmez gibiydi, ama ben ne diyeceğini az çok kestirmiştim.

– Nesrin’in babası… dedi, Hamza Bey, dün akşam demediğini bırakmadı bana.

– N’olmuş ki baba? diye sordum merakla.

– N’olcağı var mı? Gene onların evlerinin önünde dolaşmaya başlamışsın mart kedisi gibi… Bak oğlum, kızın sende gönlü olabilir, ama babasının gönlü yok onu sana vermeye.

Şıp diye anladım konuyu; tam da kestirdiğim gibi. Baba Hayri konuşurken, Nesrin’in yüzü gözümün önüne geldi. Pırıl pırıl, en hafif bir esintide bile dalgalanan saçları, gergin alnı ve kırmızı yanakları, birer kara zeytin gibi bakan gözleri, “Ömer” derken öpülmek ister gibi büzülen dudakları… Baba Hayri konuşuyor, konuşuyordu. Ben duymuyordum ki onu. Nesrin’in terli avuçlarını tutmak, binlerce kez hayâlimde yaptığım gibi öpmek, öpmek isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Bir mahalle düğününde incecik beline sarılıp onunla dans etmek için nelerimi vermezdim. Ona “Karım” diyebilmek için dünyaları devirirdim.

Birden yanağımda bir fiske duyumsadım; Baba Hayri o boru gibi sesiyle:

– Ne o lan, uyudun mu? diye soruyordu; sonra ürkütücü bir ses tonuyla:

– Bak oğlum, büyük sözü dinle, dedi, bu böyle devam etmez; etse de nereye kadar? Adam Nuh diyor, peygamber demiyor. Hadi verdi diyelim kızı… ulan sen ev geçindirecek adam mısın? Karı almak, sorumluluk ister. Sen şu hamallıktan aldığın parayla ananı bile geçindiremiyorsun. Vatan görevini yapmadın daha. Hem, bu işte devamlı çalışacağın ne mâlum? Yarın işe gelip gelmeyeceğini bile bilmiyorum ki. Aklın bir karış havada.

Ben başımı öne eğdim. Baba Hayri eni konu öfkeliydi. Demek Nesrin’in babası ağır konuşmuştu akşam. Baba Hayri ne diyeceğimi merak eder gibi soran gözlerle bana bakıyordu. Başımı kaldırmadan gözlerine baktım:

– Biz birbirimizi seviyoruz baba… diyebildim.

Baba Hayri güldü:

– İki çıplak bir hamama yaraşır oğlum. Bu dediklerimi düşün.

– Ama baba, ben onların evi önünde dolaşmıyorum ki. Sokaktan geçmek de mi yasak?

– Değil… ama sokaktan geçerken gözlerini onların pencerelerine dikme. Önüne bak. Burası gariban mahallesi oğlum, dedikodusu boldur, acıması kıt… Kızın adını çıkaracaksın. Babası haklı.

Ben bu kez diklenmek istedim.

– Sana neden söylüyor? Bana söylesin! dedim. Sen benim babam mısın ki sana söylüyor?

Birden Baba Hayri’nin yüzünün darmadağın olduğunu gördüm; ama sonra, yine birden bire dinginleşti. Hattâ gülümsedi:

– Bak sen hele… dedi, dilin de pabuç gibi mâşallah. Evet, ben baban değilim; ben, Baba Hayri’yim oğlum. Bizimki gibi bir mahallede, baba olmak kolaydır, ama Baba Hayri olmak zordur. Kanın deli deli akıyor şimdi. Benim yaşıma gelince anlarsın Hanya’yı Konya’yı.

İşte bu son söz beni yıktı. Baba Hayri, birini defterden sileceği zaman söylerdi bu Hanya Konya lâfını. Onunla bozuşmak istemezdim doğrusu. Aslında babamın arkadaşıymış; babam öldükten sonra da gerçek babam gibi oldu. İnsanın benimki gibi hâlâ mihrâbı yerinde bir anası olursa, hiç bir erkeğin o çocuğa iyi niyetle yaklaşması beklenemez. Dünya böyle kurulmuş. Ama Baba Hayri, babam öldüğünden, ben yetim kaldığımdan beri elini üzerimizden eksik etmedi; anneme karşı da hep mesâfeli oldu. Kazandığı kadar, yardım etti bize. Anam, “Onun hakkını ödeyemeyiz,” der hep. Küçükken dizlerine tırmanır, bana getirdiğini bildiğim, ama şaka olsun diye vermezlendiği çukulatayı kapmaya çabaladığım günleri anımsadım.

– Ne o? Şimdi de küçük kızlar gibi dudağın sarktı. Zırlama şimdi karşımda! Sen büyüdün artık oğlum. Son sözüm şu: Davul bile dengi dengine…

– Affet baba, diyebildim.

Babacan babacan gülümsedi:

– Affedecek bir şey yok, dedi, n’oldu ki?

– Babam mısın dedim sana… elbet de babamsın. Sen…

Başımın arkasına bir şaplak vurdu:

– Oooh, gel keyfim gel. Kamyon yükünü boşalttı, gitti, kasalar yığın yığın seni bekliyor, sen burda keyif yapıyorsun; hadi bakalım, seni gören ötekiler de kaytarmaya başladı.

Yerimden fırladım, eline sarılıp öptüm, başıma koydum:

– Bir daha benden dolayı sana lâf gelmeyecek Baba Hayri, diye mırıldandım.

– Bakalım, dedi, gün doğmadan neler doğar oğlum. Sen adam ol yeter; adam gibi adam…

İşçilerin kasaları depoya taşımalarına yardım ettikten sonra yanına gittim. Gözlerini kapatmıştı; uyuyor muydu, anlayamadım.

– Baba, bana iki saat izin verir misin? dedim.

Duymadı, ya da duymamış gibi yaptı. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra, manav dükkânına gittim. Çırak yan gelmiş, elindeki gazetenin spor sayfasına bakıyordu. Beni görünce toparlandı; arkamdan “patron” da geliyor sanmıştı her hâlde. Onun olmadığını görünce, yeniden gazeteyi süzmeye başladı. Kendi kendisine konuşur gibi, aslında bana:

– N’olcek bu Fener’in hâli? diye mırıldandı.

– Sen Fener’i düşüneceğine kendini düşün… dedim; Baba Hayri, bir gün öğrenecek senin bu kaytarmalarını.

Telâşla, ama acele etmeden gazeteyi katladı, kalktı:

– Müşteri yok ki… dedi; sonra konuyu değiştirmek için:

– Hava da amma sıcak be! diye ekledi.

– Ben gidiyorum, bir az dolaşacağım dedim; mâdem müşteri yok…

– Kaytaracan yâni… dedi.

Bu herifle konuşmak bile kanımı beynime sıçratıyordu. Yanıt vermeden yürüdüm. Acaba Nesrin bu gün cuma pazarına çıkar mıydı? Çıksa bile annesi yanında olur her zaman. “Bizimki de rezillik…” diye düşündüm. Sevgilimle şöyle bir muhallebicide bile oturamadıktan sonra… Kızının turşusunu mu kuracak babası? Ama Baba Hayri de haklıydı be… Ben kimim, Nesrin kim! Ben ona nasıl ev kurarım? Annem no’lacak? Gerçi birlikte oturabiliriz, ama o zaman büyük bir ev lâzım. Şimdi oturduğumuz tek göz odanın kirasını bile Baba Hayri’nin yardımı olmasa ödeyemem. Zihnimden, “Ayranı yok içmeye…” sözü geçti.

Böyle düşünerek, sokağın başına dek gelmişim. Pencerelerinin perdeleri sımsıkı kapalıydı; ama eminim, perdenin aralığından sokağı gözlüyor; geçip geçmediğime bakıyordu. Gerçi perdelerde bir kıpırdama olmadı; belki de evde yoklardı. Şimdi tam kapılarının önünden geçerken, birden evden babası çıkmalı… ne cümbüş olurdu ama. Elimi kaldıramayacağım için, babası iyice ıslatırdı beni; çenemi menemi kırardı eminim. Ondan sonra da umudumu iyice kesmeliydim. Artık beni hepten reddederdi.

“Bir kaç gün gözüne görünmeyeyim,” dedim içimden, “Bir az yatışsın, bu arada doğru dürüst bir iş arayayım.”

Seniye ablaların çalıştığı çorap fabrikasında eleman açığı varmış askere gidenlerden dolayı diye duydum; gerçi askerliğini yapmayanlara sadaka gibi aylık veriyorlarmış; ama hiç değilse, kayınpederim iş güç sahibi sayar beni… Akşama dek makinelerin başında ömür törpülemek değil de nedir ki bu. Kan ter içinde kalacaksın. İplikler ellerini doğrayacak. Ustabaşının gıcıklığı da cabası. Bu aşk, ne zor şeymiş be! Gene de Seniye ablanın ağzını aramalı; ama bütün mahalleli gibi Seniye abla da bana güvenmez ki. Konuyu kardeşi Sedat ağabeye açayım önce. Zamanında ona az mı şarap taşıdım… küçükken. Emin bakkal artık ona veresiye vermediği için beni Kadın Bakkal’a gönderir; “Şişeyi, kalın kesekâğıdının içine koysun, hadi göreyim seni…” derdi. Kadın Bakkal iki sokak ötede olduğundan, henüz Sedat ağabeyin veresiyeciliğini bilmiyordu. Tamam, bu işi Sedat ağabey çözemezse kimse çözemez.

Bu kararı verdikten sonra, Sedat ağabey’in nerede olabileceğini düşündüm. Bildiğim kadarıyla en son Kumkapı’da balığa çıkacaktı; ama son anda caymış, Tersane’de gemi raspalamaya gitmiş de olabilirdi. Akşamı beklemeye karar verdim ve manav dükkânına geri döndüm. Çırak, gazeteyi bırakmış, tünediği sandalyede uyukluyordu.

– Hâlâ müşteri yok mu? dedim.

Tek gözünü yarı aralayarak:

– Yok! dedi, bu sıcakta müşteri mi olur yav.

– Müşterinin derecesi mi olur lan! diye bağırdım.

– Ben n’apiym, müşteriye zorla şeftali mi satayım? İyi valla!

– Haaa, demek müşteri yok, çırağa da gerek yok. Baba’ya söyleyeyim de kadroyu azaltsın o zaman! diyerek gözdağı verdim.

Yerinden bir fırlayış fırladı ki! Hemen:

– Kaaapuuz k’abiyeee, diye bağırmaya başladı.

Bir yandan da beni gözlüyordu. Böylece onun kanlanan bitlerini birer birer çatlatmış oldum. Kimin patron olduğunu öğrensin deyyus. Sonra birden karşımda dikeldi, bir an saldıracak sandım.

– Abi, dedi, sakın arkana dönme… Yengeyle annesi tam arkanda!

Benimkinin kahkahayla gülüşünü işittim; annesi kısık sesle bir şeyler anlatıyor, o da arada bir kahkaha atıyordu. Benim farkıma varmış mıydı acaba? Dönsem mi; selâmlasam mı kayınvaldemi? Ya ters bir şey söylerse:

– Yüzsüz herif, neye selâm veriyorsun ucube! Ben senin saçını başını yolmaz mıyım şimdi! Babamız seni görmesin. Cinâyet çıkar valla! derse…

Yanımıza yaklaştılar. Hafifçe başımı çevirdim; benimkiyle göz göze geldik. Bir kaç saniye gözlerimin içine baktı, sonra başını eğdi. Bu tavrında “Hâlâ hâlledemedin şu işi” sitemi vardı sanki. Çırakla konuşuyormuş gibi, ona duyuracak kadar yüksek sesle:

– Hâlledeceğim… hiç merak etme… dedim.

– Ha? dedi çırak.

– Sana demiyorum, dedim, sus sen.

– Haaa…

Kol kola, yavaş yavaş yürüyerek geçtiler. Canına yandığımının kızı. Dalyan gibi; anası yanında tam bir cüce. Uzaklaşırken, omuzuna konmuş bir tozu üflermiş gibi başını çevirip son bir kez bana baktı bana. Seviyor bu kız beni be!

Akşam olmak bilmiyordu. Harıl harıl yanan güneş tepede takılıp kalmıştı sanki. Sedat ağabey ne cehennemdeydi acaba? Zaman geçtikçe kararlılığım azalıyordu. Karga bokunu yemeden fabrikaya koşturmak, akşam yemekten sonra yorgunluktan yatağa düşmek zorunda kalacağım düşüncesi yüreğimin orta yerine çökmüştü. Çalışmak bana göre değildi, biliyordum bunu, ama kör gırtlak yiyecek isterdi, bilezik isterdi incecik kollar, kışın manto isterdi o sarılası nârin beden. E akşamları da iki tek atmayayım mı arkadaşlarla? Evlenince meyhane muhabbetleri de biterdi her hâlde. Kahvedeki okey partileri de…

– Şunun bir oluru yok mu be! diye bağırdım.

– Neyin âbi?

Sedat ağabeyi görme kararı sisler arasında kayboldu. İçimi bir sıkıntı bastı. Kız siteminde haklıydı; ben korkumda haklıydım; babası öfkesinde, annesi cazgırlığında haklıydı. Bu deveyi gütmek bana göre değildi. Şimdi gidip Gülhâne Parkı’nda dolaşsam, tam geceyarısı karşıma bir piyangocu çıksa, bilet alsam, büyük ikrâmiye vursa, paraları alıp kayınpederin suratına fırlatsam: “Para mı, al!” diye haykırsam Ayhan Işık gibi. Yoksulluğun üstünü parayla örtsem.

Yürüye yürüye hâle kadar gitmişim. Baba, uzaktan beni görünce:

– Ne o, neden geldin? diye sordu.

– Manavda iş yok, dedim, belki burada bir faydam olur.

– Burası da kesat…

– Baba, hadi sen eve git bir az uzan, dinlen öyleyse… ben buraya gözkulak olurum.

Baba yekindi:

– Valla, iyi dedin yâhu, dedi, ağır hareketlerle kalkıp gitti.

Onun yerine ben kuruldum. Bir süre sonra, yavaş yavaş göz kapaklarım ağırlaştı. Gözlerimin önünde bir düğün salonu belirdi. Orkestra, her düğünde olduğu gibi La Komparsita çalıyordu. Önce çocuklar dansa kalktı; sonra kızların babalarından korkmadıkları belli olan delikanlılar, babalardan izin alıp kızları dansa kaldırdılar. Birden gelin odasının kapısında ben ve elinden tuttuğum sevgilim belirdik. Sevgilimin yüzüne baktım. Elinden tutup salona götürdüğüm kız, Hamza Bey amcaydı!

Korkudan, sandalyeden düştüm. İlerde mahallenin kopilleri toplanmış:

– Yuuh, sandalyede uyumasını bile beceremiyor, yuuh, diye bağırışıyorlardı.

Evet, doğru söylüyorlardı, bu hayatta neyi becerebildim ki ben!

 

8 Comments

  1. Kutlarım çok güzel bir öykü, sıradan kişilerin sevgileri, günlük yaşamları, düşlerininden çarpıcı kesitler…

    • Timurcum, epeydir şifremi unuttuğum için siteye giremiyordum. Şimdi girdim, bu arada senin “onaylamadığım” uyarın aklıma geldi. O sıralar onaylamak gerektiğini de unutmuştum sanırım. Kusura bakma. Güzel eleştirin için teşekkürler. İlgini eksik etme, olmaz mı?

  2. Çok güzel bir hikaye sıradan insanların sıradan duygularını düşleri ustalıkla işlenmiş.
    Timur

  3. Kemal bey çok güzel bir öykü olmuş yüreğinize sağlık. Lakin “biraz” kelimesini bir az şeklinde ayrı yazmışsınız. Böyle bir yazım var mı?

    • Ahmet Bey, güzel sözleriniz için teşekkür ederim. “Bir az” yazımını bir kaç kez açıklamıştım. Özetle “Biraz” biçiminde yazılmasının hiç bir gerekçesi olmadığını düşünüyorum. “Gerekçesi vardır,” deyip açıklayana da rastlamadım. Yayımlanmayı bekleyen “Yazım kılavuzumdan “bir” ile ilgili bölüm:

      bir ad ↔ s. [t.] İlk sayı; bu sayıyı gösteren rakam. «Kendisine bir lira verince, küçümser gibi suratıma baktı.» Bağlamına göre, sayı sıfatı (“bir lira”) ya da belgisiz sıfat (“Bana bir kalem ver”) olarak kullanılır. [◙ Konuşma dilinde r sesinin düşmesiyle “bi” (bi tâne) biçimine girerse de, bunu anlatılardaki ve oyunlardaki konuşumlar dışında yazıya geçirmemelidir.] ay. bk. konuşum
      ● bir anda [t. bir || a. ân | -da (bulunma durum eki)] Birden bire; en kısa zamanda. «Kazâ bir anda oldu; bir şey anlayamadık.» Sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalı; “biranda” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. an; bir şey; kazâ
      ● bir ara [t. bir || t. ara] Belirsiz bir zamanda. «Sen bir ara babamlara uğrayıver de…» Belgisiz sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birara” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. ara
      ● bir arada [t. bir || t. ara | -da (bulunma durum eki)] Birlikte. «Artık bir arada yaşamasını öğrenelim yâhû.» Sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birarada” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. ara
      ● bir araya (gelmek) [t. bir || t. ara | -ya (yaklaşma durum eki) || (t. gel- | -mek)] Toplanmak; toplantı yapmak. «1950’li yıllarda yayınlanan “a dergisi”ni, kurucusu ve yazarı Adnan Özyalçıner’den dinlemek üzere bir araya geliyoruz.» “Biraraya” biçiminde yazılmamalıdır.
      ● bir az [t. bir || t. az] Tam değil; çok olmayan. «Beni karşısında görünce bir az şaşırdı.» Belgisiz sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Biraz” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. az
      ● bir çok [t. bir. || t. çok] Olağandan çok. «Daha bir çok yazar ve şairin öyküleri, şiirleri kitaplaşmadan önce bir takım dergilerde yer almıştır.» Sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birçok” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. çok; bir takım
      ● bir gün [t. bir || t. gün] Tek bir gün; her hangi bir gün. «Terör bir bumerangdır. Bir gün fırlatana döner.» Belgisiz sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birgün” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. gün
      ● bir iki [t. bir || t. iki] Pek az. «Dedim ya, bana bir iki tânesini ver, yeter.» Belgisiz sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalı; aralarına virgül konmamalıdır. “Biriki” biçiminde yazılmamalıdır.
      ● bir kaç [t. bir + t. kaç] Sayısı belli olmayan. «(…) üstelik bunların o sayfadaki daha pek çok yanlıştan yalnızca bir kaçı olduğunu düşünürsek, (…)» Belgisiz sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birkaç” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. kaç
      ● bir kez [t. bir || t. kez] Tek kez. «Bir kez de ben bineyim şu bisiklete yâ!» Sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birkez” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. kez
      ● bir örnek «Ne de olsa kimlikler artık birörnek kıyafetler gibi giyinip çıkartılıyor.» cümlesindeki gibi “birörnek” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. örnek
      ● bir süre [t. bir || t. süre] Belirsiz bir zaman süresince. «Sen bir süre çalış da beğenmezsen başka iş ararsın.» Belgisiz sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birsüre” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. bir zaman; süre
      ● bir şey [t. bir || f. şey] Tek bir şey; her hangi bir şey. «Şaşkınlıktan bir şey söyleyemedi.» Belgisiz sıfat tamlaması / sayı sıfatı tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birşey” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. hiç bir şey; şey
      ● bir takım [t. bir (yerine göre sayı sıfatı ya da belgisiz sıfat) || t. tak- | -ı- (yardımcı ses) | -m (eylemden ad yapma eki)] Bir tane takım; her hangi bir takım. «Bir takım giysiler arasından bir takımı seçti ki, en pahalısıydı.» Sıfat tamlaması olarak ayrı yazılmalıdır. [◙ Hemen bütün yazım sözlüklerinde, bu tamlama için “birtakım” olarak bitişik yazılınca “bir”in belgisiz sıfat; “bir takım” olarak ayrı yazıldığındaysa sayı sıfatı görevinde olduğunu belirtilir. Bu ayrım, sıfattan sonraki sözcüğün tekil [“bir takım giysi”] ya da çoğul [bir takım giysiler”] oluşuna bakılarak belirlenmektedir.] ay. bk. takım
      ● bir zaman [t. bir || a. zaman] Belirsiz bir zaman süresince. «Bir zaman boşta gezdi.» Belgisiz sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birzaman” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. bir süre; zaman
      ● bir zamanlar [t. bir || a. zaman | -lar (çoğul eki)] Belirsiz bir zaman önce; eskiden. «Bir zamanlar mâzîye bak, ne kadar şendik». Belgisiz sıfat tamlaması olduğundan, ayrı yazılmalıdır. “Birzamanlar” biçiminde yazılmamalıdır. ay. bk. mâzî; zaman

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir