HAFTANIN YAZISI: TELEFON

TELEFON

Kapı, içeri bir gölge gibi süzülen kadının arkasından gürültüsüzce kapandı. Sırtını kapıya dayadı kadın. Bir süre gözleri kapalı, öylece kaldı. Karanlık holde, nereden geldiği belli olmayan zayıf bir ışık, gözlerinden yanaklarına inen gözyaşlarını belli belirsiz parıldatıyordu. O sessiz ağlayışla, sanki uyuyan birini uyandırmak istemiyormuş gibi sakıngan, yavaştı. Her zamanki gibi, giyilmiş ayakkabı kokan holü geçip salona giren kapıyı açarken, kapının yanındaki duvara asılı küçük çerçeveyi sezdi karanlıkta. Çerçevedeki resim görülmüyordu, ama o, resmi daha bir az önce görmüş gibi anımsadı; Renoire’ın Gelincik Tarlası’nın bir kopyası. Bir az değiştirilmiş, ama olsun: Solda üç ağaç ve göz alabildiğine kızıl gelincik tarlası, uzakta karlı dağ ve ortada ak (oya?) giysili o kadın. Suluboya.

“Şimdi yaptım, seni beklerken, oyalanmak için.”

Gülmüştü:

“Güzel olmuş, ama Renoir!”

O da gülmüştü:

“Ben de özgün demedim ya, elbet de Renoir!”

“Sen özgünlerini de yaparsın, canım benim.”

Eğilmiş, saçlarını okşamıştı kocasının.

Resmi okşadı. Parmaklarının ucunda, kurumuş suluboyayı duyumsadı. Hıçkırmak geldi içinden. Sessizce oda kapısını açtı, içeri girdi. Dışarının çiğ ışığı bir ışık dilimiyle, sımsıkı kapalı perdenin arasından koltuğun kolluğundaki el örgüsü oyayı ışıldatıyordu. Oturdu. Gözlerini kapadı. Sanki uzaklardan bir sis düdüğü duyar gibi oldu. Şimdi o burada olsaydı dizinin dibine oturur; ince, uzun parmaklarını dipleri hafifçe terlemiş saçlarının arasında dolaştırırdı. Öldü mü o? Hayır, o şimdi bir geminin içinde, ömründe hiç görmediği bir yere doğru gidiyor.
Ellerinin titrediğini duyumsadı; ne garip, arkadaşlarla fakülteden çıktıkları o akşamüstü de elleri böyle terlemişti. Güzel bir haziran akşamüstüydü. Otobüsler dolu geçiyor. Bir yerlere gidiyor insanlar, bir yerlerden dönüyor.

“Geliyor musun?”

“Kitaplığa gitmem gerek.”

“…”

Neden gitmemişti sanki? Yaşanması elimizdeyken kimi yaşantılardan kaçmamız neyi değiştiriyordu? Gitmemekle neyi düzeltmiş, neyi dengeye getirmiş, neyi doyurmuştu? Aradan yıllar geçtikten sonra, usundan şöylesine bir geçiveren pırıltı bir an için insanın gönlünü ışığa boğduktan sonra yeniden karanlığa gömülen o anı parçacıkları mıydı mutsuzluklarımızın, doymamışlıklarımızın nedeni? Anı parçacıkları ne zaman beynini karıncalandırsa, ellerinin terlemesi başlıyordu. Kitaplık kapalıydı oysa o sıra, sayım varmış. Yalan söylemişti resmen. Gitmek istediği hâlde hem de. Göğsüne bastırdığı 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin kabını tuttuğu yerin buruş buruş olduğunu ayrımsamıştı neden sonra. Perihan, hani o kızıl saçlı, havalı kız, ertesi gün, “Neden gelmedin,” demişti, “Ne güzel eğlendik… Bir çingene kızına fal bile baktırdık. Gırgır işte…” “O”nun fal baktırmasını bir türlü gözünde canlandıramadı.

Perdenin aralığından giren ışık demeti önce soldu, sonra büsbütün karardı. Yaşamım da böyle kararıyor, diye düşündü; yavaş yavaş değil, ayrımına vararak, bilincinde olarak ve benim elimden bir şey gelmiyor. Yaşamın sönen mumu yeniden yakılabilse. Epikür’ün bir sözünü anımsadı: “Ölümden korkmuyorum ben; ölüm varsa ben yokum, ben varken de ölüm yok…” Epikür’ün müydü bu söz? Evet ama, işte ben buradayım ve ölüm yanıbaşımda. Şimdi ortalığı kaplayan karanlık, ölümün karanlığı. Sabaha doğru telefon çalacak, açacağım.

“Öldü,” diyecek üzgün bir ses, “Başınız sağ olsun.”

[fruitful_btn]Name “button”[/fruitful_btn]Öldükten sonra sonsuzluğa karışacağına inanan bir kimse için ölüm, hiç de zor değil… ama ya geride kalanlar? Ya ben? Yaşamım kararıyor. Oysa bir yerinde, minik de olsa bir ışık olmalı; bir dost, bir arkadaş, bir yoldaş ışık… İşte sis düdükleri. Sonra yalnızca sessizlik ve karanlık. Yalnızca yürek buruklukları, üzüntüler, bezginlikler; bizi çürüten, kemiren, her gün azar azar yok eden, öldüren bunlar işte. Neden herkes gibi olamıyorum ben? Herkes gibi, olur olmaz şeyleri alaya alıp gülümseyemiyorum; herkes gibi ayaklarımı uzatıp düşlemler kuramıyorum? Düşlem kurmak, geleceği olmak demek oysa. Yaşadığını duyumsamak. Sevgisizliklerden, kaygılardan, çatışmalardan kaçanların sığınağı. Yitirdim düşlem gücümü. Tıpkı sevgimi yitirdiğim gibi. Yaşama direncimi…
Kalktı, gövdesi uyuşmuştu. Gerinmek istedi, vazgeçti. Bir adım attı, birden karanlığın bilincine vardı yeniden. Sehpâya dizinin altı çarpsa ne acır kim bilir?

“Niye ağlıyorsun yavrum?”

“Dizimi sehpâya çarptım babâne, acıyo!”

“Öpiim de geçsin. Geçti mi?”

“Geçti…”

Adımını atmadı, eliyle yordamladı önünü. Her zamanki yerinde duran sehpânın üzerindeki kül tablasının içine girdi eli. Ne çok izmarit vardı tablada! Uzandı, elektirik düğmesine bastı. Çiğ bir ışık doldurdu odayı. Gözleri kamaştı.
O, işten çıkmış olur bu saatte. Otobüse binecek, sonra gemiye, açık bölümde (çocukken “bahçe” derdik oraya) bir sigara içer kesinlikle, yanındaki arkadaşlarıyla konuşur, arada bir dalar, sigarasından bir nefes daha alır. Son günlerde böyle dalmalar geliyordu üzerine zaman zaman. Kadıköy’e indikten sonra Gençlik Kitabevi’nden bir kitap alır, sahaf Sakallı Lütfü’deki kitapları, sahaf Semih’teki kullanılmış plakları karıştırır, bir az lâflar.
Neşeli olmaz iş dönüşlerinde. Bıkkın, bitkin. Ona sevinci, sevgiyi, seviyi aşılamak ne güç. Yaşamı tattırmak… Elindekilerle yetinmek. Ama o, kayınvaldemin deyişiyle “kanaatkâr evlât”tır.

Elindekilerle yetinenlerden nefret ediyorum. Ondan edemedim hiç. Onu sevdim. Sevdiğim için de evlendim. Evlilik hiç değiştirmedi onu. Ben değiştim mi? Zaman zaman, her kadın gibi kocasını değiştirmeye, kendisine benzetmeye çalışan o şirret kadınlara benzediğimi düşündüm. Evlilik bir kargaşa işte. Kimi zaman da hep fırsatları kaçırdığımı sandım. Bir daha onaramayacağım gedikleri, belki de bilerek açtım yaşamımda. Bu hisseli, benim diyemediğim evden kurtulmak için kooperatife girdiğimde, onun, “Çoluk yok, çocuk yok; bizden sonra kime kalacak?” sözüyle vazgeçtim. Vazgeçtik. Gedik mi bu? Belki. Kaçan bir fırsat işte. Onunla evlenerek bilincimin sesine uydum. Yoksa bu da mı bir gedik. O öldü şimdi… hayır, hayır, ölmedi; o şimdi bir geminin içinde, bilmediğim, bilmediği bir yerlere gidiyor. Bir hoşçakal bile demeden. Yürek denen o yumruk girdi aramıza. Yürek vurgunu.

Ayaklarının uyuşukluğu geçmişti. Mutfağa doğru yürüdü. Bir şeyler hazırlamalı. Her şeye karşın aç yaşanmıyor. Mutfağın lambasını açtı. Ampul, yağlı buhardan kararmıştı. Karasinek pislikleriyle beneklenmişti.

“Bu yaz bir elden geçirelim şu mutfağı…”

Lavaboda bulaşıklar yığılıydı.

Birden kapının zili çaldı.

İrkildi. Titremeye başladı.

“Tanrım, o mu Tanrım!”

Hol, salonun ışığını almadığı için loştu. Kapıyı açtı. Sarışın komşu, aşağıdaki. Müzeyyen. Gülümsemeye çalıştı. Müzeyyen Hanım’ın yüzünde kendi yüzünü görür gibi oldu.

“Geçmiş olsun hayatım. Çok üzüldük yâni. Sen, nasılsın şimdi? Bir hatırını sorayım dedim de…”

Alnını sıvazladı:

“İyi… İyiyim… gerçekten…”

“Ya o?”

“O da iyi… İyi… gerçekten…”

Ne olur bir şey sorma artık. Ver elindeki dolma tabağını (dolmadır kesinlikle) ve git, nereye gidiyorsan.
“Yemek yapmaya fırsat bulamamışsındır şekerim, şunu alıver, tabağı daha sonra alırım.”

Bir sessizlik oldu. Dudaklarından belli belirsiz bir teşekkür döküldü. Müzeyyenler gene gece gezmesine çıkıyorlardı. Dalyan’da yemek yiyip beyaz şarap içeceklerdi belki. Hep kutlanacak bir şey bulurdu Müzeyyen. Onun kocası kara insanı… gemiye binmez. Bu düşüncenin, usundan geçtiğine şaştı. Bu durumda onları kıskanmak… Hayır kıskanmak değil, bir gediğin üstünün açılması. Müzeyyen Hanım:

“Bir şeye ihtiyâcın varsa… yardıma filân… çekinme…” diye mırıldandı.

Yok, hiç bir şeye yok, kendime yeterim ben, kendi işimi kendim görürüm. Elindeyse, kocamı sağlığına kavuştur.

“Yok,” dedi, “Sorduğun için eksik olma.”

Müzeyyen Hanım içeri çağrılmadığına burulmuş:

“Öyleyse iyi geceler hayatım,” dedi, sabırsızlıkla aşağıda bekleyen kocasının yanına indi.

Kapıyı yavaşça kapadı. Herkese hayatım diyen bu kadından nefret ediyordu. Durum böyle olmasaydı, yarın gelir, yine ne yediler ne içtiler, hangi solistleri dinlediler, hangi şarkıcının giysileri rüküştü, bir bir anlatırdı. Onun bu anlattıklarından da, övünmelerinden de nefret ediyordu. Neyse ki bir süre sesini çıkarmaz artık.

Neden herkesten, her şeyden nefret ediyorum ki ben? Olağan mı bu? Nefretle sevgi arasında ayrım yoktur, derler. Beylik söz. Benim nefretim de sevgim de öldüresiye. Kimseye sezdirmeden ama. Sevdiğimizi gerçekten seviyor muyuz? Ben, “Onu seviyorum…” derken, kendi aşağılık duygularını, tiksintilerini, kıskançlıklarını kusan insanlar gördüm. Bir tek “onu” sevdim, katışıksız, arı bir aşkla. Onu beklerken de zevk duydum, onun yanındayken de. İçkiyi fazla kaçırdığı o akşam boğula boğula kustuğunda, sonra da ter içinde başını yastığa koyduğunda bile tiksinmedim ondan… kızmadım da. Yalnızca özdeş olamadım onunla. Kusursa, kusurum bu. Ama ikimiz de rahatsız olmadık bu durumdan. Mutlu sayıyorduk kendimizi. Gerçek mutluluk, mutlu olduğunu sanmak değil mi? Değilmiş, değilmişiz. Bunu geç anladık. Değilmişiz, derken; o söylemedi bunu, o denli yakınmıyordu da sanırım. Yapısı da buydu zâten, hiç bir şeyden yakınmamak, elindekiyle yetinmek.

Mutfağa geçti. Yeşil önlüğünü taktı. Anne olmadığım hâlde, bir anneler gününde almıştı bu önlüğü bana. Bulaşık yığınına baktı. Elindeki dolma tabağını (dolmaydı gerçekten) tezgâhın üzerine bıraktı.
“İstersen bulaşıkları yıkamana yardım edeyim, sonra da çıkıp dolaşırız bir az….”

Kadın işi yapan erkeklerden nefret ediyorum.

“Kadın işi yapan erkeklerden nefret ederim, bilirsin. Sen zahmet etme, yıkarım çabucak.”

Kocası boynunu bükmüş, Varlık’ını alıp koltuğa uzanmış, sigarasını da yakmıştı.

“Gene yaktın, biliyorsun dokunuyor.”

“Kime? Sana mı?”

“Hayır, sana…”

Kül tablalarını döküm döküm dolduran kimdi? Al işte, mutlu olmamak için bir neden. Küçük tartışmalar. Hep küçük tartışmaları büyüttük biz. Herkes gibi. Herkes büyütüyor küçük tartışmaları. Ben büyütmek istemiyordum oysa… o da… Nurettin Amca, emekli mâliyeci, pos, kırçıl bıyıklı babacan amcası, “Ne korkuyorsunuz kavga etmeye be!” derdi, “Küfredin birbirinize, ağız dolusu sövün, böylesi daha sağlıklı. Somurtmanın, dargınlığın sonu yok çocuklar…” Sonra başını eğer, o günleri yeniden yaşıyormuşçasına içini çeker, “Biliyor musunuz, rahmetli yengeniz başımda bir kaç tabak paralamadan yatağa girmezdi benimle. Allahtan pilastik tabaklar çıktı da, masraftan kurtulduk!” diye eklerdi. Haklı mıydı acaba? Yaşasaydı, gülümser, “Ben demedim mi size?” der miydi? Acaba biz çok uyumluyuz derken, gerçeklerden kaçıyor, kendimizi mi kandırıyorduk? Mutlu çift! Kül tablalarını, bıraksaydım o dökseydi; ben yalnız onun başına atmak için elime alsaydım tablaları, sonra da doludizgin sevişseydik, daha mı mutlu olurduk?
“Öksürüklü bir adam olacaksın yakında!”

Joy of Sex’teki bütün figürleri denemiştik. Yatakta sigara içmesi sinirlerimi bozuyordu. Sigara, karanlığın içinde ölü gözü gibi parlıyor, yatak odamı leş gibi kokutuyordu. Joy of Sex’in yazarı uydurmuş bunları, diyordu. Nasıl yaparsan yap, sonuçta yapılan iş aynı. Soğuk mu buluyordu acaba beni? İş bittikten sonra, yanıbaşında soluk soluğa yatarken alnına dokunurdum. Sıcacık olurdu. Bu sıcaklık uyandırırdı beni, ama… “Düşünebiliyor musun!” diyordu Selma, “Daha eve gelir gelmez başlıyoruz. Doymak bilmiyor bir türlü. Ne zaman belli, ne yer.” Yatakta yaptıklarını anlatan Selma’dan da nefret ediyorum. Suç bende miydi yoksa; kendimi bırakıyordum ona, yalnızca hayvansı sesler çıkarıyor, onu mutlu etmeye çalışıyordum.

Bütün kadınlar böyle midir? Benim tanıdıklarımın hepsi… Hattâ o tafrasına karşın Selma bile. Belki de suçluluk duygusunun açığa çıkmasıdır o tafralar. Yoksa, kocasıyla yaptıklarını ne diye anlatsın? Bundan emin miyim?
Havagazı ocağını yaktı. Büyük tasa su doldurup ocağa koydu. Ocağın alevlerine daldı gözleri. Alevler gitgide büyüyordu. Önce tası sardı alevler, sonra ocağın üstü kısmında duvara mıhlanmış büyük tahta dolaba sıçradı. Mutfak alevlerin aydınlığında ışıl ışıldı. Özene bezene diktiği basma perdeler bir anda parladı. Duvardaki çağla rengi plastik badana yer yer tutuşarak kabardı. Kabaran yerler balon gibi şişiyor, patlıyor, alevden parçalar yerlere düşüyordu. Birdenbire eteğinin tutuştuğunu gördü korkuyla. Sonra alev saçlarına bulaştı. Tırnaklarında boyalar, duvar boyası gibi kabarıyor, alevler kol yenlerinden memelerine doğru yürüyordu. Bütün katı, bütün apartımanı, bütün mahalleyi, bütün İstanbul’u… bütün dünyayı sardı. Dünya yanıyor.

Arka bahçeden korkunç bir bağırış geldi birden. Silkindi kadın. Ürkmüştü. Aklından Hırpânî geçti sonra; kedileri… hayır, kedisi. O hiç bir zaman sevmemişti Hırpânî’yi. Yine Arap, dövüyor olmalı onu. Mutfak balkonuna çıktı. Karanlıkta sesin, çığlığın nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Karşı apartmandaki mutfak pencerelerinden bahçeye düşen ışıkların yer yer beneklediği karanlıkta hiç bir şey görülmüyordu.

Yangın bütün dünyayı sarmış mıydı gerçekten? Anlatırken, kocası yâni, Kasımpaşadaki evlerinin yandığı günü öylesine canlı betimlemişti ki o kızıl sahne sanki kafasının içine kazınmıştı. Üstten başlayan alevler iki ahşap katı birden yutuvermiş. Dünya yanmış mıydı sanki? Döndü, karanlığa alışmış gözlerini, şimdi kendisine şehrânler içindeymişçesine aydınlık gelen mutfağa çevirdi.

“Bu yaz iyice bir elden geçirelim mutfağı…”

Uzaktan bakıldığında, dikdörtgen pencereli her hangi bir mutfak işte. Ne yaptılarsa karafatmalarını yok edemedikleri bir mutfak. Sıradan. Tastaki suyun fışırtısını duydu. Kaynamıştı su. Fred Çakmaktaşlı tutaçları ellerine geçirip tası indirdi. İçinden bulaşık yıkamak gelmiyordu hiç. Bir yandan da kulağı Hırpânî’deydi. Ses bir daha duyulmamıştı. Tanrım, neleri önemsiyorum böyle bir günde! O şimdi yapayalnız, bir odada, ellerinin üstünde, burnunda tüpler takılı Yatağın baş ucundaki bip bip sesi duyuldukça sorun yok. Ya kesilirse ses? O zaman telefonun zili çalacak. Yorgun, üzgün bir erkek sesi, doktor:

“Öldü,” diyecek “Başınız sağ olsun…”

Balkondan bir tıkırtı duyuldu. Arka bahçedeki erik ağacından tırmanıp gelen Hırpânî. Kedi şöyle bir bakındı, çevreyi kolaçan etti. Ak tüylü burnunun üzerinde kanayan üç tırnak izi vardı. Kırmızı diliyle, arada bir yarayı yalıyordu. Yorgun, mutlu, salına salına salona girdi. Kadın gözleriyle kediyi izliyordu, ama o kadına dikkat bile etmemişti. “O”nun çok sevdiği koltuğun üzerine zıpladı, kıvrıldı, bir an sonra mırıl mırıl uyumaya başladı.
Kadın, eve döndüğünden beri ilk kez gülümsedi. Kedinin dönüşü içini rahatlattı. Başını koltuğun arkasına dayadı. Şimdi ne yapıyor acaba? Ne düşünüyor? Doktor, bilincinin yerinde olmadığını söylemişti:

“Siz artık evinize gitseniz iyi olur. Burada bir yardımınız dokunmaz ona. Hastamızı önce Allah’a, sonra bize havâle edin…”

“Ama doktor bey, ya onu yitirirsem…”

“Yitirirseniz Allah’ın takdiri. Elden ne gelir. Ama yine de sizin burada sabahlamanız gereksiz. Hem, bu gece ben nöbetçiyim. Her hangi bir durumda telefon eder, ararım sizi… Bu konuda kaygınız olmasın.”
Yavaşça kapıyı açıp çıkmıştı. Neden Allah’a havâle etmekten söz etmişti sanki? Tanrı’ya inanıyor mu acaba? Yoksa bizim, benim inandığımı düşünerek rahatlatmak mı istemnişti beni? Ne tuhaf, o da inanmıyorsa bile, her ikimiz de birbirimizin inanmadığını bilmediğimiz için Tanrı’dan söz etmek zorunda duyumsadık kendimizi. Toplumun bilinçaltı. Şimdi o yanımda olsaydı, çok gülerdi buna. Pırıl pırıl bir kafası var onun. Sağduyusu var. Acaba, dıştan kendisine değil gibi görünen bir insanın bilinci gerçekten yok mudur? İç dünyası, iç bilinci açık olamaz mı? Öyleyse, benim kendisini sabaha değin orada, o hastahâne kokuları içinde, o ak duvarlar arasında yalnız bıraktığım için kırılmıştır bana. Son gördüğümde gözleri kapalıydı. Ama gözbebeklerinin, göz kapaklarının altında sağa sola oynadığını görebiliyordum. Doktor, kendisinden geçme durumunun da bir tür uyku sayılabileceğini, uykudaki insanın gözleri nasıl belirli aralarla kıpırdarsa, onun gözlerinin de kıpırdadığını, bunun bilincin yerinde olduğunu göstermediğini söyledi. Derin koma durumunda bile, gövde beyinden bağımsız olarak çalışırmış. Sabırlı doktor, bana karşı bile…

Çarşafın üzerinde kıpırdamadan duran eline baktım. Omuzlarımı, kalçalarımı, memelerimi okşayan o elin üzerindeki borular içimi burktu. Gırtlağıma bir acı saplandı.

“İçinizden ağlamak geliyorsa ağlayın, sıkmayın kendinizi. Yoksa siz de hasta olursunuz,” dedi doktor. O çıktıktan sonra yatağın baş ucundaki demir sandalyeye çöktüm. Ama birden bire gözpınarlarım kurumuştu. Çantamı astım omuzuma. Onun yüzüne son bir kez baktım. “Hoşça kal!” dedim. Bir yaşam sönüyor, öyle birden bire değil, azar azar sönüyor. Doktorun söyledikleri, Allah, havâle, sizin elinizden ne gelir ki… İlâçlar. Sondalar. Borular. Tüpler. Hastahâne kokusu. Makinenin bip bipi.

Koltuğun üzerinde uyuyan Hırpânî’nin mırıltıları, gecenin sessizliği içinde daha belirgin duyulmaya başlamıştı. Nasıl yorulmuş ki, mama yemeyi falan düşünmeden uyudu. O, daldığı uykudan daha canlı, dipdiri kalkacak. Ya “o”? Gövdenin bir yerlerinde bir akım kesiliyor, dirimsel elektirik, insan ölüyor. O öldü. Kocam öldü. Evli misiniz? Hayır dulum, kocamı altı ay önce yitirdim. Yâ, öyle mi, başınız sağ olsun. Hırpânî yattığı yerde sıçradı.

“Anne, anne, Bıcır uykusunda sıçrıyor. Ölecek mi anne?”

“Yok yavrum, düşünde fare kovalıyor o şimdi.”

Gözlerimi kapar, onun fareyi nasıl yakaladığını ben de görmek isterdim. Sonra ne olmuştu Bıcır, hiç anımsamıyorum. Zihnim bulanık. Uykum mu geliyor acaba? Uykum yok, uyumamalıyım. Saat kaç? Sekiz. Televizyon.
Kalktı televizyonu açtı. Sesini kıstı iyice. Dışişleri bakanı. Dışişleri bakanı kim? Avrupa Birliği. Yeni bir dizi başlıyor. Hastahâne kokusu. Bıcır, Hırpânî’yi döven Bıcır.

“Uyku gözlerinden akıyor, hadi yatalım artık!”

“Ne o, bir şeytanlık mı düşünüyorsun?”

Uyumamalıyım.

Öyle yorgunum ki.

Uyumamalıyım. Uyumamalıyım.

Birden telefonun zili çaldı.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir