DİL ELEŞTİRİSİ: GÜNÜMÜZÜN BİHRUZ BEYLERİ

FROM NOW ON, ALL OF US MUST BE BİHROUZ BEYS!

(ARTIK HEPİMİZ BİRER BİHRUZ BEY OLMALIYIZ!)

 Written by Kemal Bek

İngilizce’nin Türkçe üzerindeki etkisi, son yıllarda Türkçeseverlere, Türkçe’yi “yabancı dillerin boyunduruğundan kurtar”maya çalışanlara inat, büyük bir hızla is goin on, yâni sürüyor!

Artık özel liselerin hazırlık sınıflarındaki çocuklarımızın, tatil yörelerinde turistlerle o büyülü dille, İngilizce’yle çat pat konuştuklarını duyunca onların “ne denli zekî” olduklarını düşünerek övünüyoruz; çağdaş çocuklar bunlar. Ah, kendi çocukluğumuzda da İngilizce öğretim yapan çağdaş (ve giderlerini devletin ödediği) kolejler olsaydı! Ne yazık ki o zamanlar küreselleşme, özür dilerim, globalleşme ve globalleşmenin nimetleri bilinmiyordu! Ne câhilmişiz! Şimdi küreselleşe küreselleşe, özür dilerim, globalleşe globalleşe, çok şükür hepimiz tostoparlak olduk!

Neyse ki gözümüz kulağımız, bilincimiz, öğretmenimiz, eğitmenimiz olan “bir kısım media” yazarlarımız (sizin anlayacağınız: columnistlerimiz) sâyesinde, artık benim gibi özel okullarda okumamış olanlarımız da yabancı dil öğrenebiliyor; hiç değilse yabancı dil rengi ve tadı kazanmış “yeni” Türkçe’yle konuşabiliyorlar!

Neden yazarlarımızı andım? Çünkü milletçe İngilizce’yi, küçük bir azınlığımızsa İngilizce edâlı Türkçe’yi konuşmayı gerçekten onlar sâyesinde başarıyoruz da ondan! Ama uygarlık yolunda bu büyük adımı atmamız kolay olmadı. Nedenlerini işte aşağıda açıklıyor, tutmamız gereken yolu gösteriyor ve toplumsal tarih araştırmalarına katkısı olsun diye aşağıdaki satırları bilim adamlarının ve dilcilerin dikkatine sunuyorum:

İlk öncümüz: Bihruz Bey

Efendim, Üstâd Recâizâde Mahmud Ekrem Bey’in bundan 107 yıl önce, 1896’da yayımlanan Araba Sevdası romanının unutulmaz kahramanı Bihruz Bey, ilk kez karşılaştığı “sevgilisi” için şunları düşünüyor:

«Bu nasıl beauté? Uzaktan güneş gibi görünüyor, gözleri kamaştırıyor; yakından ay gibi parlıyor da insanın baktıkça bakacağı geliyor! Ne kadar poétique bir beauté! Ya o conversationun güzelliği! Miroir terrestre… O glace par terre… Très belle comparaison pur un petit lac… C’est très jolie… İngiltere pırlantası! Bu da güzel… Benim için un peu trop flattant, mais ça ne fait rien. Çiçeği pek güç accepter etti. Tabiî… öyle bir jeune person için ça va bien, ça n’est que de la pudeur, c’est de la candeur! Acaba adı nedir? Ah! Aceleyle soramadım, émotion bırakmıyor idi ki… Ben de güzel mukabele ettim ya, heureusement üzerimde o çiçek bulundu. Gerçekten pek poétique bir rencontre oldu. Victoire! Öyle bir lacın kenarında… Lamartin! Ah Lamartin! Gelip de bu hâli görmeliydin! Beş dakika içinde en parlaklarından beş yüz vers yazmak için ne şairâne bir tableoux idi!»

Recâizâde Mahmud Ekrem Bey, dönemin global dili olan Fransızca’dan alınmış  sözcükleri kullandırırarak kahramanı Bihruz Bey’le alay ediyordu; yazın eleştirmenleri böyle diyorlar, ama belki de aslında, Muhsin Bey (1884) adlı uzun öyküsünün önsözünde romanla öyküyü karşılaştırıp farklarını anlatırken, “Evvelki nev büyük bir tablodur. (…) Levhanın her tarafı  bir kere renk ile kapandığı gibi tasvirin eboşu meydana çıkıverir. (…) İkinci nev ise bir minyatürdür,” diyerek Türkçe’si olan Fransızca sözcükler sözcükler (sırasıyla: “levha; resim”, “taslak”, “nakış”) kullandığı için kendi kendisiyle de, haksız yere alay ediyordu.

İşte toplumsal bakımdan değil ama dil bakımından ideal ve globalleşmiş bir aydın tipi: Bihruz Bey

Cumhuriyet’ten sonra…

Atatürk’ün en büyük suçlarından biri, bu globalleşmenin önünü kesmesi,  Bihruz Bey’in yöneldiği “dışa açık” kültür yolunu kapatmasıdır. Sonra ne oldu;  kendisine Atatürkçü diyenler, o öldükten sonra da bir süre sürdürdüler bu tutumu. Her alanda olduğu gibi dil ve kültür alanında da “ulusallaşma” adını verdikleri çağdışı tutumu devlet politikası yaptılar, kapılarını, pencerelerini dünyaya kapattılar. “Resmî tarih”imizde bunun bol bol örneği vardır.

Neyse ki, global gerçekler karşısında bu tutum tutunamadı. Çünkü dil devrimi, “halkın kabul etmediği” devrimlerdendi. Aslında kültür emperyalizmi diye bir şey yoktu, globalleşen dünyada artık karşılıklı bağımlılık vardı. Kendilerine “Mustafa Kemalci”, “Atatürkçü”, “Kuva-yi milliyeci” gibi sanlar yakıştıranlar bu gerçeği inatla anlamadılar.

1980’den sonra, dilde globalleşerek yeniden doğru yolu bulma konusunda ilk belirtiler, aşağıda metnini vereceğim bir reklamda ortaya çıktı (Bunun öncüsü olma şerefini kazanan o adsız metin yazarına selâm olsun!).

… ilk öncü, bir reklam yazarıdır

Gösteri dergisinin 1985 Mayısında yayımlanan 54. sayısındaki bir salça reklamında, dilde globalleşmenin Bihruz Bey’den sonraki ikinci öncüsü olan o adsız reklam yazarı, “Türkiye’de ilk defa, kolay açılır (easy open) kutularda…” diyordu. Metin yazarı, “kolay açılır” sözlerini yazdıktan sonra, ayraç içinde, bunların uluslararası bir dil olan İngilizce’deki karşılığını da vermişti: easy open.

Önemli bir gelişme…

Ama bu öncünün gözüpek atılımı, uzunca bir süre daha “ulusalcı aydınlar”ın ilgisizliğiyle karşılaştı. Aradan on yedi uzun yıl geçti. Sonra bir gün baktık ki, bayrağı o gözüpek metin yazarının bıraktığı yerden, bir gazetenin yayın yönetmeni (hadi adını da analım: Ertuğrul Özkök) kapmış; ulusalcıların, o “zorba azınlık”ın “ulusal dil” konusundaki bütün çığırtkanlıklarına, bütün kuru gürültülerine karşın, büyük bir gözüpeklik örneği göstererek, yazısında, “Haliç çevresinin nasıl büyük bir hızla ‘old town’ (eski şehir) havasına büründüğünü ve güzelleştiğini gördük,” demişti.

Söyleyin, yetersiz Türkçe’nin “eski şehir” sözcükleri, evrensel İngilizce’nin “old town”ını karşılıyor mu?

İşte gelişmenin, globalleşmenin yolu böyle açılır… Belki anlamayanlar vardır; reklam cümlesiyle yayın yönetmenimizin cümlesi arasında şu fark var: İlk örnekte, yetersiz Türkçe sözcükler kullanılıp bunlar global İngilizce sözcüklerle açıklanıyordu; ikinci örnekteyse, 17 yıl sonra artık herkes İngilizce öğrendiği için, sözcüklerin İngilizcesi verilmiş, belki öğrenemeyen bir kaç kişi kalmıştır diye yetersiz Türkçeleri de ayraç içinde yazılmış! Daha ne olsun?

Yine Özkök, bir başka yazısında, “Akşamları birlikte diskoteklere gidiyor, sonra o evine, ben evime dönüyorduk. Birbirimizin ‘alibi’siydik,” diyor. Ne? “Alibi”nin ne demek olduğumu bilmiyor musunuz? İngilizce bir sözlük bulun da bakın artık. Özkök neden “yani” diyerek bu sözcüğün banal Türkçesini vermemiş bilmem. Ama her şeyi yazarımızdan beklemeyelim; açıp bir sözlüğü bakalım da öğrenelim, derim ben.

Ve bir başka yazısında Özkök, “Oysa benim içimdeki Jukebox’ta Rollaing Stones var.” diyerek bu tutumunu sürdürüyor. Özkök, elbet de “jukebox”u hepimiz doğal olarak bildiğimiz için, sözcüğün ne anlama geldiğini haklı olarak açıklamamış. Bir cins ad mı yoksa bir marka mı olduğunu bilmediğim (câhillik işte) bu sözcüğü büyük harfle yazıp ile ayırmış…

Yine Özkök başka bir yazısında, “Mağazanın genç müdürü, tam anlamıyla Batılı manada bir ‘manager’.” diye yazıyor. “Manager”i herkes bildiği için, anlamını açıklamamış; üstelik original yazımıyla yazarak, Türkçe’ye daha önce “menecer” olarak girmiş olan bu sözcüğe anlam zenginliği de getirerek dilimize olan global görevini yerine getiriyor: Onun bu yazısından sonra, “menecer”in anlamı, “Bir sanatçının ya da sporcunun işlerini düzene koyan kimse”; “manager”in anlamıysa “global nitelikte mağazaların genel müdürlerinin ünvanı” olarak tescil edilmiştir; sözlük ve dil kılavuzu yazarları duyduk duymadık demesin. Gerçi cümledeki “mana” sözcüğünü anlamadım; bu sözcüğün “Animist dinlerde, her türlü kişisel özelliklerden uzak, farklılaşmış olağanüstü güç” gibi bir anlamı var, ama cümlede pek yerine oturmamış. Özkök’ün kastettiği “mânâ” olacak sanırım; yâni, yerine göre meaning, sense, import, significance, construction, hang gibi bir meaning’i olsa gerek. Bir ara bu “mana”yı araştırmalı.

Sayın Özkök, bir başka yazısında da, “Beni asıl endişelendiren ‘worst case’ yani en kötü durum senaryosu.” diyor. Evet, bilmeyenler de öğrenmeli; “worst case” sözcükleri, sizin benim konuştuğumuz, yazdığımız banal ve sıradan Türkçe’de “en kötü durum” anlamına geliyormuş. Bunu öğrenmemizi sayın Özkök’e borçlu olduğumuzu unutmayalım arkadaşlar. Ne de olsa, “Bir sözcük öğretenin…” değil mi ama?

Yine yazarımız Özkök, bir başka yazısında diyor ki: “Gerçi kendisi moda gazetecisi kavramının bir oksimoron, yani birbiriyle uyuşmaz iki kelime olduğuna inanmaktadır, ama hayatını da bu meslekten kazanmaktadır.” İşte Özkök’ün dilimize kazandırdığı, babadilimiz İngilizce’den bir sözcük daha: Oksimoron! Yazarımız “yani…” (yoksa “yâni” mi olması gerekir? Sanırım, bizim mahallede oturan ayakkabıcı komşumuz Yani Stavridis’ten söz etmiyor!) diyerek anlamını da açıklamış: “birbiriyle uyuşmaz iki kelime”. Bilmeyenler öğrensin, bilenler günlük konuşma ve yazı diline soksun bu sözcüğü diye… Pek needimiz vardı! Evet; minnetimiz sonsuuuz!

Yine Özkök, yine bir başka yazısında, “O nedenle bu ülkelerde belki böyle “serinkanlı”, “cool”, hatta “sadistçe” yorumlar yadırganmayabilir.” diyor. İyi de, “cool”u zâten herkes biliyor; yazarımız “serinkanlı”yı neden kullanmış acaba? Şimdi bakın, kanın “serin”i, “sıcağı” olur mu; câhil ordinary halk işte, uydurup uydurup kullanıyor. Neyse,  dilimize muhterem Özkök ve benzerlerinin himmetiyle cool girdi, basın diline iyice yerleşti ya; artık öyle “serinkanlı”, “soğukkanlı” gibi “kanlı” sözcükleri kullanma unliteralliğine (câhilliğine) düşmez kimse diye düşünüyorum. Bu cümlede bir de “hatta” sözcüğü var, bunu anlamadım; benim bildiğim hat, babadilimizde “şapka” anlamına geliyor. Yazarımız “şapkada” mı demek istemiş… ne ilgisi var canım! Ha, bir de kimilerinin anadilimiz dedikleri banal Türkçe’de “çizgi” demekmiş, bir de “telefon hattı”nda, “demiryolu hattı”nda olduğu gibi “çizgi biçiminde olan”… O zaman “hatta”, “çizgide” (yâni sizin anlayacağınız on the line) demek oluyor; oluyor da, yazarımızın bu cümlesinde ne demek oluyor? Dictionaryye bakmalı…

Yine Özkök, genel yayın yönetmenliğini bıraktıktan sonraki dönemde yazdığı “Eyvah Eyvah” filmine gidişini anlattığı yazıda, «“Böyle hazan günlerinde yapacak tek şey vardır. “Let it go…” demek. Yani “Koyuver gitsin…”» diyor. “Hazan” dediği, mart ayı sonları. Onun “hazan”ı başka: “Ruh hazanı”. Baharda “ruh güzü” yaşayan bir adam düşünün: Can sıkıntısından ve can sıkkınlığından, kendi kendisine “Let it go…” diyor; biz de hayran kalıyoruz; “İşte, kendi kendisine söylenirken bile babadilimizi dilden bırakmayan bir öncü…” diyoruz; “Neden biz de böyle olamıyoruz!” diyerek yazıklanıyoruz, sorry oluyoruz.  Bunu bildiği için de, bizim gibi cahillere, I mean unliterallere açıklamasını da yapıyor: “Let it go”, “Koyuver gitsin” demekmiş! Özkök’ü izlemeye devam edelim; babadilimizi geliştirmeyi ideally istiyorsak! Gerçi Mart ayı hazan değil bahar ayıdır, ama yine de sağolasın Özkök brother!

Neyse…

Şükürler olsun ki sayın genel yönetmenin tuttuğu bayrağın gönderinde yalnız kendi elleri yok. Tıpkı Amerikan tarihinin ve kültürünün medâr-ı iftihârı “çok yıldızlı bayrak yere düşerken kahraman askerlerin, adsız kahramanların hep birlikte kavradıkları gönder” fotoğrafında olduğu gibi adsız değil, adlı sanlı yazarlarımızın elleri de var:

İşte O’nlar:

Doğan Hızlan (Banal Türkçe’yi örnek alınacak doğrulukta konuştuğunu, yazdığını bildiğimiz bir eleştirmenimiz, yâni literary criticimiz), “Hattâ bir dostumun anımsatmasıyla challenge (meydan okuma) kavramını kişiliğinin ekseni yapanlar, ilk çıkışın, ilk kahramanının Feride yani Çalıkuşu olduğunu unutmasınlar.” diyor ve English bir sözcüğün açıklamasını Turkish bir wordle (sözcükle) veriyor. Ne o öyle “meydan okuma”? Meydan kitap mıdır ki okuyasın! Bu saçma sapan sözün dilimizden immediatly atılması gerekiyor. Hızlan’dan ricamız, bir daha bu sözleri kullanmasın…

Yine Doğan Hızlan, bir kitabı değerlendirirken, “Tezimi kuvvetlendirmek için, Avrupa kültürü tek (unique) bir kültürdür ve Yunan-Roma ve Hıristiyanlık kültürü üzerine inşa edilmiştir yargısıyla kesip atıyor” diyor ve bu kez artık kimsenin bilmez olduğu “tek” sözcüğününü herkesin anlaması için, arsıulusal bir sözle, “kutsal İngilizce”nin “unique” sözcüğüyle açıklıyor. Ancak “unique”in unglobal and banal Türkçe’deki karşılığı “tek” midir, “biricik” midir, bu konuda tereddüdüm var. Belki de “tek=single”, “biricik=unique” olmalı… Tez dediği de, muhtemelen thesis olacak…      

Taha Akyol (toplumsal konularda merakla okuduğumuz köşe yazarımız), “Bush yönetimi de Filistinlilere ‘rüşvet-i kelam’ (lip service) ederken Şaron’a tam destek vermekle Saddam’dan Bin Ladin’e radikallerin ekmeğine yağ sürdü.” diyor ve Türkçe / Osmanlıca bir tamlamanın açıklamasını İngilizce bir tamlamayla yapıyor. “Yağ sürdü”yü anlamadık; İngilizcesini vermemiş; buradaki yağ butter mi, oil mi acaba? Bush yönetimi neden radicallerin on a slice of bread, butter ya da oil sürmüş? Onun da İngilizcesini verseydi keşke! Hem sonra sayın Akyol, neden “lip service”yi İngilizce doğru imlâsıyla yazarken, “radikal” gibi soylu bir sözcüğü doğru imlâsıyla “radical” biçiminde yazmıyor ki?

Haşmet Babaoğlu (meraklılarının pek sevdiği gazeteci-yazarımız yâni journalist-writerimiz), “Erkek adama baksanıza! Tam bir clubber.” diyor; Babaoğlu artık herkesin İngilizce öğrendiği kanısında olmalı ki İngilizce sözcüğü, Türkçesini vermeden yazabiliyor! Bu umut verici gelişmeye clap clap (yâni şak şak) diye alkış tutmazsınız da ne yaparsınız, sorarım size… Efendim?

Kim olduğunu unfortunately not etmediğim bir fıkra yazarımız, “… çağdaş insana yönelik bir mesajın ‘a contrario’su olabilir,” diyor. Bu yazarımız da herkesin İngilizce bildiği kanısında olmalı! Adını, bir tür onur listesi olan bu yazıda yazamadığım için I beg your pardon; mille pardone yâni!

Yine adını not etmediğim bir yazarımız, “Onu ne kadar verimli, şeffaf, denetlenebilir, iyi bir yönetimle (governance) toplumsal kalkınmanın aleti haline getirebiliyorsun,” diyor. Bu yazarımız, yetersiz Türkçe bir sözcüğü, herkesin bildiği İngilizce bir sözcükle açıklıyor. Bu yazarımızın adını da, bir tür onur listesi olan bu yazıda yazamadığım için I beg your pardon; mille pardone yâni!

Ege Cansen (Tutumbilim, I beg your pardon, dilim dolaştı, economy konusundaki yazılarıyla tanıdığımız yazarımız), “… sektörde yıkıcı rekabet oluşmaması için de bir “Düzenleme Kurulu” (Regulatory Board) kurulacaktı.” diyerek, kimsenin bilmediği Türkçe tamlamayı, artık herkesin gündelik dilde bile kullandığı İngilizce tamlamayla açıklıyor. Yalnız “sektör” diye yazdığı sözcüğün doğru yazımı “sector” olmalı bana sorarsanız! Bunlar geçiş döneminin aksaklıları; Çetin (Altan) Bey’in dediği gibi, “ensenizi karartmayın.”

Yine Ege Cansen, “Hiç şüphe yok ki bu seçimlerin “hero”su, yani kahramanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.” diyor; “Hero”yu kim bilmez ki! Neden “kahramanı” diye açıklamak gereğini duymuş Sayın Cansen, anlamadım! Dediğim gibi, yavaş yavaş…

Yine Ege Cansen, “Çünkü iktisadi hayat, bir poker masası gibi ‘toplamı sıfır olan oyun’ (zero sum game) şeklinde cereyan etmez,” diyor ve poker bilmeyenlerin Türkçesini de İngilizcesini de anlamayacağı bir poker teriminin Türkçesini, İngilizcesiyle açıklıyor. Artık bu noble sözcüğün hatırına pokere başlamamak nankörlük olur derim ben! Aynı yazısında “Tüm üretim maliyeti ve kullanım faydası (utility) zaman içinde oluşur,” diyerek, yine Türkçe bir iktisat terimi, hay allah!, economy term’i olan “kullanım faydası”nı, İngilizce “utility” sözcüğüyle açıklayarak bizleri aydınlatıyor. Aslında majoritymiz İngilizce bildiğine göre, bence İngilizcelerini kullanıp, bilmeyen câhiller için Türkçelerini paranthesis (banal Türkçesi “ayraç”)  içinde verse daha iyi olur.

Ege Cansen bu kez 23 Nisan bayramı dolayısıyla çocuklara öğütler veriyor: “Tabiat ananın bizim için tasarladığı yaşamda ‘gerilim’ (stres) de, ‘gevşeme’ (relaxation) da vardır.” Cansen, en doğrusunu yapıyor; işe çocuklardan başlıyor. Yaşam dersini kastetmiyorum; baba dilimizin ülkemizde yerleşmesi çabalarını kastediyorum. Evet, artık “stress” gibi, “relaxation” da günlük dile girmelidir. Önce “gerilim” ve “gevşeme” sözcüklerini kullanır, babadilimizdeki karşılıklarını parantez içinde verirsin; sonra, “stress” ve “relaxation” sözcüklerini kullanır, anadilimizdeki karşılıklarını verirsin; en sonra da “stress” ve “relaxation” sözcüklerini kullanır, Türkçe karşılıklarını vermezsin. İşte anadilimizden babadilimize geçişte önemli üç konak, üç aşama. Mr. Cansen bu işin sırrını çözmüş. Ama bir hata yapıyor: “relaxation”u doğru yazımıyla yazmış da, “stress”i neden “stres” olarak okunduğu gibi yazmış? Ama, belki de, nasıl derler, kulakları çekilesi “düzeltmen”lerin hatasıdır bu; ne var ki, babadilimizi öğretmek istediğimiz çocukcağızların da aklını karıştırıyor. Globalleşme, aman ne diyorum yâhu, Amerikanlaşma yolunda o kadar yanlışlık olur artık. Bir kere daha thank you Mr. Cansen.

Kerem Doksat (Toplumsal ruhbilim, yâni sociological psychology konularında uzman yazarımız), “Herkesin bir kendilik imajı (self image) vardır.” diyor. Doksat da Türkçe bir tamlamayı İngilizce bir tamlamayla açıklıyor; artık bu ruhbilim terimini anlayamadım demeyin. Benim anlamadığım nokta başka: image’yi ilk kullandığında neden “imaj” yazmış? Geçiş dönemi, geçiş dönemi…

Fatih Altaylı’nın (Toplumsal sorunlarla “teketek” savaşan köşe yazarımız) bir özür yazısında “Dünkü yazılarımda “opinion leader” ve “positioning”  gibi iki yabancı terim vardı. Yabancı sözcükleri pek kullanmam bilirsiniz. Kullanınca da altına Türkçesini yazarım. Bu kez unutmuşum. “opinion leader”, “fikir önderi”, “positioning” de “konumlama” demektir,” diyor; neden özür diliyor bilmem ki; bu sözcükleri en ıssız köylerdeki insanlarımızın dahi bildiğini bilmiyormuş gibi Türkçelerini yazmaya ne gerek var! Tecâhül-i ârifâne yapıyor yazarımız. İngilizce gibi soylu bir dilin sözcüklerini kullanmaktan utanmayın, çekinmeyin Sayın Altaylı! Arkanızda altmış milyon var; yâni sixty million! Yoksa seventy million olduk mu?

Fatih Altaylı bir başka yazısında, “Çünkü dünya ‘proislamist’ yâni ‘islamcı’ olarak gördükleri bir partinin Türkiye’de neler yapabileceğini merak ediyor.” diyerek sözlüğümüze yepyeni bir kavram ve sözcük katıyor. Çünkü bu İngilizce sözcüğün Türkçe’de karşılığı yoktu ve biz derdimizi anlatmakta terrible sıkıntılar çekiyorduk. Gerçi yazarımız “islâmcı” diye bir karşılık vermiş bizim gibi câhiller için; ama insaf edin “islamcı”, “proislamist”i karşılar mı şimdi? Ne o, ‘simitçi’ der gibi, ‘islamcı’… Karşılamadığını Altaylı da bal gibi biliyor, ama ne yapsın adamcağız; yâni daha iyi nasıl anlatabilir bu derinlikli kavramı? Helâl olsun…

Ali Atıf Bir (Okunurlukta literature eleştirmenlerine (yâni criticlerine) beş basan reklam eleştirmenimiz), “Aziz Üstel sadece bir oyuncu olarak kullanılmış ise bir itirazım yok, rolünün hakkını veriyor, ‘viseguy’ı (akil adamı) başarıyla oynuyor,” diyor, “Oyuncular hafif “kek” gibi, daha ‘trendy’ olabilirlerdi,” diyor. Bu değerli yazarımız, “viseguy” sözcüğünün Türkçe’ye henüz girmediğini ya da bu sözcüğü herkesin öğrenemediğini düşünüyor olmalı ki, ayraç içinde Türkçesini vermiş; ama yazarımıza göre artık “trendy” sözcüğünü ilköğretim öğrencisi bile biliyor olmalı ki bunun Türkçesini yazmaya gerek görmemiş; iyi de yapmış! Pek iyi de, neden “kek”i cake diye yazmamış? Keşke öyle yazsaydı (PS: Adaşım ve arkadaşım Kemal Özdemir’e sordum, “keşke”, I wish he [she, it] would… anlamına gelirmiş.)

Ali Atıf Bir, bir başka yazısında sürdürüyor bu konudaki çabasını; işte: “Amerikalıların “neighbour mall” yani “mahalle alışveriş merkezi” dedikleri türden.” Bu söz, “bakkal”ın global dildeki karşılığı sanırım; ne o öyle “bak da kal” der gibi “bakkal”… Dilimizden “bakkal”ı kovduğu, yerine soylu “neighbour mall”ı ikaame ettiği için sayın Bir’e sonsuz teşekkürler; thank you yâni! Bu arada “merkez”in center anlamına geldiğini de ben ekleyeyim.

Ali Atıf Bir, bu yolun yılmaz savaşçısı. İşte bir örnek daha: “Üstelik reklam literatüründe de bunun yeri var bu tür reklamlara anlaştığı üzere ‘saçma salak” (nonsense) reklamlar deniyor.” Sayın Bir, her şey gibi babadilimiz İngilizce’yi de, anadilimiz Türkçe’yi de bilir; onun için bu cümledeki noktalama ve dil yanlışılarının “vebâli”nin düzeltmenin üstüne olduğunu söyleyelim. Sayın Bir, literatür sözcüğünü açıklamamış; ne gereği var canım; “literatür”ü (yani literature) kim bilmez ki! Hele sâde suya tirit mizahçılarımızın türettiği o caaanım “abuk” sözcüğünün eş anlamlısı “saçma salak” terimi, reklam literatüründe bir revolüsyon, I beg your pardon, revolution!

Ali Atıf Bir, bir hazine diyorum da inanmıyorlar. Sayın Bir, “Reklamda da ‘uzay ambalajının’ çevresinde yapılandırılmış, süper ‘saçma, salak’, hafif gerçeküstü (surrealist) bir öykü var.” diyerek dilimizin globalleşme çabalarını renklendiriyor. Yalnız anlamadığım, neden super’i “süper” yazmış. Anadilimizde, özür dilerim, babadilimizde, yâni İngilizce’de “ü” harfi var mı? Bakın dil bilmez kimileri “sürrealist” diye yazıyor ama Bir Hocamız doğrusunu göstermiş ve surrealist yazmış. Gerçi “ambalaj”ı özgün yazımıyla yazmamış da, “Türkçe söylendiği gibi yazılır” diyerek haltedenlerin iğvâsına kapılarak, bu güzelim sözcüğü “ambalaj” olarak yazmış. Neyse, Hocamız’ın parmağı klavyede u (yâni yu harfi) yerine yanlışlıkla bunun iki noktalısı olan ü’ye (bu harfi söylemek için, ağzınızı yuvarlak olarak büzüp “üüüü” diyeceksiniz) dokunmuş, zihni ilkokulda kendisine öğretilen yazıma gitmiş deyip lâfı uzatmayalım.

Yine Ali Atıf Bir, “Hele degajesi yok mu, o bölüme yıkılan birisi varsa o da benim.” diyerek, artık dilimizdeki globalleşmede orkestra chiefliğine soyunduğunun ipucunu veriyor. “Degaje” ne demekti yav; ayrıca, böyle mi yazılıyordu? Neyse sözlüğe bakarız. Hocamız bizim gibi câhillerin her şeyi bilemeyeceğini düşünerek, bir süre daha soylu İngilizce sözcüklerin karşılıklarını paranthesis içinde vermeye devâm etmeli,” derim ben.

Hadi Uluengin (Yazılarında örnek bir Türkçe kullanan “Modern Zamanlar” yazarı), “Sui jeneris’ terimini herhalde ‘nev-i şahsına münhasır’ deyimiyle tercüme etmek gerekir.” diyor ve arsıulusal (yani international) dilimizde, yâni İngilizce’de kullanılan Latince kökenli “sui jeneris” tamlaması konusunda aydınlatıyor bizleri. Bu kıyağın yâni favorun kıymetini bilelim. Gerçi bu açıklamada “terim” ve “deyim” sözcüklerinin ne anlamda kullanıldıkları konusunda kafam karışmadı değil. Ayrıca, “nev-i şahsına münhasır”ın doğrusu da “nevi şahsına münhasır”mış (Kemal Bek diye biri öyle iddia ediyor; burası Turkland, Turkmerica, elinin altına her keyboard çeken bir şeyler yumurtluyor zâten). Amaan, dert mi bu da? Türkçe değil mi, uydur uydur söyle; ne farkeder ki. Önemli olan Latince asıllı English / Franchaise kökenli “sui jeneris”in gündelik dilimize sokulması ve doğru yazılması… Uluengin’e “ulu” teşekkürler…

Ve Kerim Evren (adını yeni duyduğum sinema yazarımız) “Hemen her sanatsal ürün gibi sinema filmleri de birer ‘yaratı’ (kreasyon) olduğu için, yönetmenler bir kadının doğum sancısına benzer acıları çekerler.” diyerek sinema yönetmenlerinin derin analizini yaparken, dil bakımından da ustalarına katılıyor. Evet, “yaratı” sözcüğünü bilen kaldı mı günümüzde? O nedenle, elbet de “kreasyon” diye açıklamasını da ekleyecek. Ama bana sorarsanız, keşke creation, daha da cafcaflısı création yazsaydı… Olsun, bir dahaki sefere de öyle yazar; daha genç çünkü… Değil mi ki işin bilincine vardı…

Attila Dorsay (adını from many old times  duyduğum, okuduğum duayen film eleştirmenimiz) bir film tanıtmasına “Mâsum Sanık, Hollywood’un eğlendirme (entertainment) yeteneği ile sanatsal ve yaratıcı yanlarını birleştirme (…)” diye başlıyor. Dorsay, okurlarının basit Türkçe’yle “eğlendirme” sözcüğünün ne olduğunu bilmediği ve söylediklerinin anlaşılamayacağı kanısında ve kaygısında olmalı ki bu derin anlamlı sözcüğü, paranthesis içinde İngilizce “entertainment” sözcüğüyle açıklamış ve böylece ne demek istediğini herkesin anlamasını sağlamış. Sinema ve televizyon görüntülüklerini Amerikan filimlerinin istila ettiği günümüzde sinemanın basit bir “eğlence” olmadığı, bir entertainment olduğu bundan daha incelikli nasıl anlatılabilirdi?  Evet, eğlence dünyasıyla ilgili olarak, showdan sonra global dilden alınan en önemli ve en gereksinim duyulan sözcük olarak entertainmentin de dilimize girmesi, büyük anlaşılmazlıkları önleyecek bir uygulama bence. Artık “entertainment” sözcüğünü duymayan kalmamıştır ve dolayısıyla “eğlence” sözcüğünün kullanılmaması gerekir. Ya da şöyle yapalım: “eğlence”yi, sıradan halkın düğünlerde kasap havası oynaması, kahvelerde okey, prafa, pişti oynaması, çocukların çember çevirip ip atlaması nevinden karmaşık olmayan oyalanmalar için kullanalım; entertainmenti ise daha incelmiş, nasıl söylemeli, daha rafine oyalanma yollarını ifade ederken kullanalım (Sözlük yâni dictionary ve dil kılavuzu yâni usage book yazarlarına duyurulur). Böylece dilimizi daha da zenginleştirmiş oluruz.

Ercan Kumcu (ünlü fıkra yâni article yazarımız; corner writer da diyebiliriz, böylece dilimize yeni bir kavram da hediye etmiş oluruz! Gerçi “Ercan” adı, babadilimiz İngilizce olarak okunduğunda “Erkan” gibi söyleniyor, ama önce ANAP sonra AKP  iktidarlarında bakanlık yapan Erkan Mumcu’yla karıştırmayın), Leonardo da Vinci’den söz açarak şöyle yazıyor: “Son Yemek (Last Supper) freski Hıristiyan dünyasının yarattığı şaheserlerdendir.” Peki, insaf edin eyyy dil dinozorları, eyyy Kemal bek,  sayın Kumcu babadilimiz Englishçe “Last Supper” açıklamasını yazmasaydı, “Son Yemek” adının ne anlama geldiğini bilebilecek miydiniz? “Yemek”in dinner olması olasılığı da vardı; böylece yemeğin dinner değil supper olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz. Dinner’le supper’ın farkını da siz araştırın. Gerçi, tablonun adı yeğendilimiz İtalyanca yazılsaydı daha iyi olurdu; ama o kadar kusur kadı kızında da bulunur. Ayrıca, dilimize dinner ve supper sözcükleri de benim bu yazımla girdiğine göre, artık “Yemek” sözcüğünün dilimizden hemen, derhâl kovulması gerekiyor; hele “Yemek yemek” (ki eating anlamına geliyor) diye bir deyişimiz var ki söylemesi hiç de esthetique yâni “güzel” değil…

Milliyet gazetesinin etkili yazarı Güneri Cıvaoğlu, bu koroya katılmakta nedense gecikmişti; Deniz Baykal’ın bir konuşması nedeniyle bu gecikmesini telâfi ediyor: “…Baykal’ın önce anayasa değişikliği paketi için, şimdi de ‘Kutlu Doğum Haftası’ bağlamında yaptığı konuşmanın –medya takip diliyle- ‘coverage’ yani kapladığı alan ve yayın süresi bakın nasıl katlanarak ivmelerle büyümekte.” Biz babadilimizi bilmeyenler öğrendik: Babadilimizin soylu sözcüğü “coverage”, “konunun gazetelerde kapladığı alan ve yayın süresi” anlamına geliyormuş. Üstelik Cıvaoğlu, bu word’ü bizim bilmediğimizi düşünerek, “yani” deyip banale Türkçe’deki anlamını da vermiş. Minnettarız kendisine.

Hepsi ya Hürriyet ya Sabah ya da Milliyet gazetelerinde yazan bu yazarlarımızın, dilimizin globalleşmesi yolundaki çabaları karşısında şapka çıkarıyoruz. Keyboardlarına, yazdıkları gazete ve dergilere sağlık! Onlar olmasaydı, babadilimizin bu sözlerini öğrenemeyecektik. Var olsunlar.

Ama hepsi birbirinden değerli bu öncü, hayır hayır, pioneer yazarlarımız, bununla yetinmeyerek, adlarının imlâsını da hemen şimdi Ertoughroul Ozqok, Doghan Khizlann, Takha Aqyoll, Khashmett Babaoghli, Eghe (ya da Aegean) Johnsen, Querem Doqsatt, Phatikh Altaïly, Aly Atıph Bier, Khadi Ulouenguin, Karim Eurenn (ya da en doğrusu Universe), Atilla Doursai, Erqan Qoumcou olarak değiştirmelidirler. Değiştirmelidirler ki biz de onları reference alalım; meselâ ben de adımı Qemall Beck ya da Qamal Back ya da Quemall Bacque olarak değiştireyim (Hangisinin daha esthetique olduğunu bir anquette ile okurlara sormakta yarar var; mâlûm a, halkçıyız.)

Daha sonra, I mean naturally, adlarımızı örneğin Keith Beck, Eugene Ozqok, David Khizlann, Thomas Aqyoll, Horace Babaogli, Everett Johnsen, Kenneth Doqsatt, Frederick Altaïly, Alwin Atıph Bier, Harry Ulouenguin, Kevin Eurenn, Anthony Doursai, Erwin Qoumcou olarak değiştirebiliriz. Tıpkı Hong Kong’lular gibi. Onlar da Çinli adlarını İngilizceleştirdikleri için kişi başına yıllık gelirlerini bilmem kaç bin dolara çıkarmadılar mı; büyük sanatçılar yetiştirmediler mi (bk. Jackie Chan’ın filimlerinin tanıtım yazıları)! 

Bir de “şiş kebabı”nı “shish kebab”; “Taksim”i “Taxim” vb yazan adsız öncülerimiz var ki onlara da gıyâben selâm olsun. İmrendim, ben de katkıda bulunayım: “Şebinkarahisar” yerine “Shebynqarakhissar”; “maksat” yerine “maxat”, “aksilik” yerine “axilik”, “teksir” yerine “texir”, “bıçak” yerine “bichaq”, “Ankara” yerine “Anquara”, “İstanbul” yerine “Stamboul” (daha doğrusu Constantinopolis), “Kasımpaşa” yerine Quassimpasha ya da General Quassim, “Yenicâmi” yerine “Newcâmi” ya da “Yenimosque” ya da en doğrusu “Newmosque” vb. yazılmalıdır. En iyisi, en kalın sözlüğü açıp sözcükleri tarayarak (yâni scan ederek; comb etmekle karıştırmayın) bütün sözcüklerin yazımını yeniden fix etmek; ben yalnızca bir kaç örnek verdim.

Türk Dil Kurumu’nun Türk Dili, Dil Derneği’nin Türk Dili ve Ahmet Miskioğlu’nun publish ettiği Türk Dili Dergisi adlı dergileri de kısa sürmesini temenni ettiğimiz bu periodda adlarını “Turkgilish Language ve “Turkgilish Language Magazine” olarak değiştirmelidirler; bilâhere (yoksa “bilâhare” miydi? Yâni later) bu adlardaki “Turk” sözcüğünü kaldırıp English Language ve English Language Magazine’e dönüştürebilirler.

Beni rahatsız eden ne?

Ama beni rahatsız eden bir şey var: bu III. kuşak öncülerimiz neden bu kadar çekingen davranıyorlar, neden böyle az sayıda English word kullanıyorlar, I don’t understand. Belki de hastaya ilâç azar azar verilmeli diye düşünüyorlardır, who knows? Bu İngilizce sözcükler, ben de dâhil (yâni including myself) yazarlarımızın yazılarında giderek çoğalacaktır diye umuyorum. Yâni I hope so

Bu yazdıklarımız, anadilimizden babadilimize geçiş dönemi olarak düşünülebilir. Bununla birlikte, artık hepimiz birer Bihruz Bey olmalıyız! diyorsak, bu dönemde fazla oyalanmayıp, ikinci ve üçüncü dönemlere de hızla geçmeliyiz. 

Bu “ulusal dilciler” (sizin anlayacağınız nationalist languists) takımından (team anlamında değil, gang anlamında) korkmayalım arkadaşlar; yeni dilimizin ikinci dönemine ve globalliği way of life olarak seçen young readerlerimize bir nevi example olmak üzere aşağıdaki paragraphımı global dille keyboarda alıyor (kalemle yazılırsa, “kaleme almak”; keyboardla yazılırsa, “keyboarda almak” denir) ve herkesin global dili tam anlamıyla öğrendiği günleri hayâl ederekten paranthesis içinde sıradan Türkçelerini vermiyorum:

«This kind of writerlar, languagemizin globalleşmesi için fastidiusness gösteriyorlar. In particular, pure Turkish supporterları write ettikleri textlerde mention ettiğimiz this attitude of writingi example almalıdırlar. Economical crisisi, USA menagementindeki IMF’den come edecek dollarları, globalisationu etc. mention etmeyin please; this, moneyle, stample nothing to do withdir. This is a mantality issuesidir. This writerların what yapmak want ettiklerini and why English wordlere fond of like olduklarını da understand etmeye try etmeliyiz as a matter of fact

Dikkatinizi çekmiştir; bu örnekte sözcük basisinde hiç bir Türkçe sözcük yok. İşte bu kıvama ulaştığımızda, Bihruz Bey’in languagesinin düzeyini de yakalamış ve ikinci babadilleşme dönemini başlatmış olacağız. Son aşamada göreceksiniz ki, babadilimizde fosil olarak kalan “etmek”, “eylemek”gibi auxilary verbleri de, öteki banale Türkçe dil öğelerini de necip yâni noble milletimiz kendi dilinden kovacak; fatherlanguagemiz anadilimizin yerini alacaktır. İşte o zaman asıl dilimiz English; okullarımızda birinci zorunlu yabancı dil German, ikinci zorunlı yabancı dil French olacaktır; Turkish de, isteklisi çıkarsa seçmeli foreign language olabilir. O da, echel ü cühelâ ile yâni unliteral bir majority yâni çoğunluk olan hakla irtibâtı koparmamak için…

İşte ikinci dönem için örnek olarak yazdığım paragraphın üçüncü döneme örnek olmak üzere babadildeki biçimi:

The writers like that put a lot of efforts to make our language global. Especially, advocates of pure Turkish, in their articles and writings, should take as model-example this ‘writing form’ that we have mentioned. Please do not talk about economic crisis, dollars that would come from US-managed IMF, globalization etc.; this has nothing to do with money. This is a mentality issue. As a matter of fact we should try to understand what these writers want to do and why they are fond of or addicted to English words.

Babadilimizi henüz tam anlamıyla öğrenemediğim için (bu konuda elimden geleni yaptığıma inanın) metni yeğenim Arda Renkver’e telefonda çevirttim; yanlış anlayıp yazdıysam, misaundertanding benimdir. Bu konuda ölçümüz ne olmalı, biliyor musunuz? Ölçümüz, sinemalarımızda yalnızca fatherlandimiz USA’dan gelen filmlerin subtitlesız yâni alt yazısız oynatılması… Aaah, o zaman bir gelse… aaah o zaman…

Peki, father languagemizi öğrenemeyen câhil cühelâlar ne yapacak? Bu, sayıları hızla azalan dinosourusların kendi problemi… If they didn’t learn English, biz ne yapalım yâni!

Yes, altını bir daha çizerek, I beg your pardon, underline ederek repeat ediyorum:

From now on, all of us must be Bihrouz Beys!

Haydi, hep bir ağızdan:
FROM NOW ON, ALL OF US MUST BE BİHROUZ BEYS!

————————————–

nota bene:

  1. Babadilimiz İngilizceyi bu öncüler kadar bilemediğim için yazı boyunca yanlışlar yapmış olabilirim. Excuse ediniz…
  2. Bu yazımla, Edebiyat Cephesi dergisinde (sayı 28, 16-30 Nisan 1980) çıkan ve yeni yönelimin adını bir öngörüyle, Fransız Prof. Etiemble’in English etkisindeki French için kullandığı “franglaise” sözcüğünden yararlanarak koyduğum ve Milat’tan önce rahmetli Demirtaş Ceyhun’un yayımladığı Edebiyat Cephesi dergisinde yayımlanan “TRT Türkgilizce Öğretiyor” yazımdaki düşüncelerimden dolayı excuse etmiş oluyorum; neyse ki yukarda mention ettiğim pioneerlerimiz yazımı okumamışlar ya da iplememişler; neyse ki correct wayi (ya da true way mi demeli?) ben de buldum sonunda…

 

One comment

  1. Merhaba, yazınızı okumadan bir kaç dakika önce kendimle “Türkgilizce” konusunda mücadele ediyordum. Darüşşafaka’da eğitim almış, dönemin iyi derece İngilizce bilen gençlerindendim. Türkçe kelime kullanımına hassasiyet gösteren ilkokul öğretmenimin etkisi, sonraki süreçte de İngilizce kelimeleri kullanmanın ukalalık olarak değerlendirilebileceği düşüncesiyle her daim temkinliydim. Günümüz dünyasında bu durum beni rahatsız etmeye başladı ama öyle içselleştirilmişim ki değiştiremiyorum. Çağdışı kalmış hissiyatına kapılıyorum. Artık dilimizi koruma ihtimalimiz kalmadı, mücadelede kendimi Don Kişot gibi hissediyorum. Nasıl bir yol izlesem diye muhakeme ederken yazınıza rastladım, bir solukta okudum. Hala birilerinin benzer değerlere sahip çıktığını görmek iyi hissettirdi. Emeğinize sağlık.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir