NEDEN ELEŞTİRİ?

Her genç gibi ben de şiir yazdım (!) gençliğimde. Sonra, Nasreddin Hoca’nın göle maya çalıp da yaptığı “yoğurt”u “Kendim yaptım, ama ben bile beğenmedim,” dediği gibi, bir kaç şiirimin dergilerde yayımlanmasına karşın şiirlerimi kendim de beğenmediğimden; başka şairlerin, okuduğumda beni çoğaltan o güzelim şiirlerine, bırakın yeni bir şeyler katmayı, onların düzeyine varmaktan bile çok uzaklarda olduğum kanısına varınca, terk ettim ilk sevgilimi… Yıllardır kimi şairlerin kimi şiirlerine bakıyorum da, “İyi etmişim,” diyorum. Gözüm arkada kalmadı; sonra da kendimi okumaya vurdum.

Yazınsal eleştiri için önce okumayı sevmek, tapınma derecesinde sevmek gerekir; tanıdığım tüm eleştirmenler kitap kurdudur. Çocukluğumda, geceleri annemle babam yattıktan sonra gaz lambası ışığında okuduğum “Ayten İle Nurten” mi verdi bana okuma sevgisini, yoksa, ilkgençliğimde, bana bitmez tükenmez gelen o bunaltıcı Ağustos gününde, bahçedeki yumurta sandıklarından yapılma sedire uzanıp okuduğum Martin Eden romanı mı, bilmiyorum; ama, insanların şiirdeki, romandaki, öyküdeki yaşama serüvenlerine merakımı uyandıran, bu okumalar oldu diyebilirim. Hani nicedir yinelenip duran, sanırım Ataç’a kızanlarca dolaşıma çıkarılmış bir lâf vardır ya, “Kendisi şiir yazamadığı için onu bunu karalıyor,” diye; Ataç’ı bilmem ama, belki de ben bu yüzden eleştiriye bulaştım; bu nedenle eleştirmen oldum.

Oldum mu?!

Eleştirinin okurlarca en gereksiz tür olarak görüldüğünü, sevgili yazarlarımın ve şairlerimin, kendileriyle ilgili olmadıkça eleştiriyi iplemediklerini (istisnalar kuralı bozmuyor; eleştiriyi önemseyenler, bu türe az çok bulaşanlardır!) biliyorum; onlara hak vermiyor da değilim. Öyle ya; şiir, öykü, roman ben (eleştirmen) olmasam da, yazdıklarım (eleştiri) olmasa da var. Okurlar bu türleri arıyor, satın alıyor, okuyor; bunları seviyor ya da nefret ediyorlar. Ama ne yapayım; okumayı “tapınma” sayıyorsam, okuduklarımı başkalarıyla tartışmak ve paylaşmak istiyorsam, eleştiri yazacağım; başka yolu yok! Okunsam da okunmasam da…

Ben pek mi gerekli görüyorum eleştiriyi? Ludingirra’da yayımlanan “Şiir Yorumu Okura Ne Katar?” başlıklı yazımda vardığım sonuçları aktarmama izin verin:

“Ben bir okur olarak:

  1. Şiirin (sanat yapıtının) sanatçısından bile bağımsız olduğuna;
  2. Hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın eleştirinin de, yorumun da şiirden (sanat üretiminden) ayrı bir sanat üretimi olduğuna;
  3. ‘Anlamanın, zevk almanın olmazsa olmaz koşulu’ olduğu önermesini yadsımadığım halde, eleştirinin-yorumun, benim gibi sıradan okurun alacağı zevke pek fazla katkıda bulunmadığına, ancak ‘uzman okur’lar için vaz geçilmez olduğuna;
  4. Ama buna karşın, elbet de ki, şiirin (sanat yapıtının) eleştirilmesi-yorumlanması gerektiğine inanıyorum.
  5. Eleştiriye gereksinme duymamayı, eleştirisiz de kalmamayı diliyorum” (Kış, ’97, sayı 4., s. 56)

Durum böyle olunca da, eleştiri yöntemime değinmek gerekiyor. Bana göre gerçek sanat yapıtı, yaratıcısından da, eleştireninden de bağımsızdır. Yapıtın, alımlayıcısının kültürüne, kişiliğine, dünya görüşüne, sanat alımlama ve benzeri alışkanlıklarına göre değişen bin bir yüzü vardır. Her şeyden olduğu gibi, sanat yapıtından da ancak payımıza düşeni alabiliriz, daha çoğunu değil. Eleştirmen bu yüzlerden yalnızca kendi payına düşeni açıklayabilir; daha başkasını değil. Buna inandığım için, eleştirmen olarak sanatçının yapıtı beni düşünmeden yarattığı gibi, ben de, çok özel bir bağıntısı yoksa, yapıtı yaratıcısından, yaratıcısının kişiliğinden, dünya görüşünden, cinsel yeğlemelerinden vb. bağımsız, kendisi için var olan bir yaratı olarak eleştirmeyi yeğlerim. Bunun en “öznelsel nesnel eleştiri” yöntemi olduğuna inanıyorum. Hangi yöntemi kullanırsa kullansın, her eleştirinin öznel olduğunu, nesnel eleştiri diye bir kavramın olmadığını; her eleştirinin, (göstergebilimsel eleştiri de içinde olmak üzere) eleştirmenin kültür ve zevk arka planını yansıttığını düşünüyorum.

Peki, ikisi de doğum tarihime göre çok geç (olgun [!] yaşımda) yayımlanmış iki kitabımda da bu yöntemi uygulayabildim mi? “Yahya Kemal Beyatlı / Yaşamı ve Yapıtlarını Okuma Kılavuzu” kitabımda, Yahya Kemal’in yaşamıyla ve tarih anlayışıyla bağlantı kurmak zorunda kaldım. Çünkü bu kitap, Yahya Kemal’i “eleştirme” amacıyla değil, “inceleme” amacıyla yazılmıştır.

Yahya Kemal’e ilgim, liseden öğretmenim Rauf Mutluay’ın yanında “öğretmenlik stajı” yaptığım günlerden geliyor. Mutluay staj dönemi sonunda, benden istediğim bir konuyu ders olarak işlememi istediğinde, neden bilmem, Yahya Kemal’in Eski Şiirimizin Rüzgârıyle ve Kendi Gök Kubbemiz kitaplarını seçmiştim. Dersin sonunda “Çok güzel anlattın, ama Yahya Kemal’in şiir yazmaktaki amacı neydi, neden eski tarzda şiirler de yazdı, bunları açıklamadın,” demişti. İşte, Yahya Kemal Beyatlı / Yaşamı ve Yapıtlarını Okuma Kılavuzu’nda, Rauf Hocamın bu eleştirisini yanıtlamaya çalıştım; bir az geç de olsa…

Bu kitapta Yahya Kemal’i “insan” ve “sanatçı” olmak üzere iki yönden ele aldım. “Yaşamöyküsü” bölümünde, insan Yahya Kemal’in, iyi yönleriyle ve “zaafları”yla, hepimiz gibi bir insan olduğu kanısına vardım. Babasına olan sevgisizliğinin ve genç yaşta gurbete (Paris’e) gitmesinin onun bütün yaşamını nasıl etkilediğini; kadınlarla ilişkilerindeki dengesizliğin, kendisine yakıştırılan bencil, kinci, elisıkı, kavgacı gibi sıfatların altında hangi zayıflıkların yattığını keşfettim; ama çeşitli tanıklıklarda, onun zaman zaman kendisini tanıyanları şaşırtacak denli bu sıfatların tersine davrandığını da gördüm. Neden bir türlü bir “ev”e yerleşmeyip sevdiklerinin evlerinde, otel ve lojmanlarda ömür tükettiğini anladım. Neden yazdıklarıyla bir türlü tatmin olamadığını, şiirlerini de düzsözlerini de kitaplaştırmakta neden korkak davrandığını kavradım. Yaşamöyküsünün sonlarını yazarken, dilime eski Grek filozofunun sözü dolandı sürekli: “İnsânî olan hiç bir şey bana yabancı değildir.”

“Yapıtlarını Okuma Kılavuzu” bölümündeyse, Yahya Kemal’e “yakışmayan” pek az şiiri dışındaki bütün şiirlerini, aralarında bağlantılar da kurarak tek tek inceledim; düzsöz türündeki kitaplarında bulunan yazılarının kimilerini çözümleyerek onun yazıncı ve tarihçi kişiliğinin portresini çıkarmaya çalıştım. Bana göre, “şair” Yahya Kemal, “tarihçi” Yahya Kemal’in “mektepten memlekete dönerek” vardığı sonuçları, bir destanın parçaları olarak şiirleştirmiştir. Eski ve yeni dille ve biçemle yazdığı şiirlerinin, aslında bakış açısı, tarih içinde süreklilik, imge gibi bakımlardan hiç bir farkı yoktur. Bu şiirlerin birbirinden tek farkı, sözcüklerdedir. Dolayısıyla Yahya Kemal, kimilerinin sandığı gibi “eskiyi canlandırmaya çalışan bir Osmanlıcı” değildir; onun tek amacı vardır; dilde, sanatta, kültürde, XVII. yüzyılda başlayan, XIX. yüzyılın sonlarında tamamlanan “kopma”yı gidermek ve “dün”ü “bu gün”e bağlamak… Katılalım katılmayalım, beğenelim beğenmeyelim, bütün yaşamını ve beyin gücünü, bu amacını gerçekleştirmeye adamış ve harcamış bir adam Yahya Kemal. İşte  kitabımda bu sonuçlara vardım.

İkinci kitabım olan Metin İncelemeleriyle Sözlü Yazın Döneminden Tanzimat Dönemine Eski Türk Yazını’nın (Donkişot Yay., İstanbul, 2001) aralıklı olarak yedi sekiz yıl süren yazılması da, ilk kitabım gibi, dolaylı olarak mesleğim öğretmenlikle bağlantılıdır. Önce müfredatla ilgili metinleri, derse hazırlanmak üzere yazılı olarak incelemeye başlamışken, sonraları müfredatta olmayan metinleri de ekledim incelemelerime. Doğrusu, öğretmenliğimin ilk yıllarında, özellikle Divan yazınının halktan kopuk, dili yabancı, anlaşılmaz söz sanatlarına boğulmuş, günümüz zevkine aykırı olduğunu düşünürdüm. Demek ki Üniversite öğretememiş bana bunları, ama yine de mezun etmiş beni. Lisede ders verdiğim yıllar boyu öğretirken öğrendikçe, bütün bu önyargıların yanlış olduğunun farkına vardım. Aslında hiç de öyle değildi: Divan şiirinin tek güçlüğü dilindeki Arapça ve Farsça sözcüklerle söz sanatlarıdır. Bunlar öğrenilirse, abartmadan söylüyorum, “süslü nesir”le yazılmış pek az metin dışında, divan şiirinin de düzsözünün de dili günümüz yazıncılarının dili kadar açıktır. Söz sanatlarınıysa, zaten her yazın (şiir) meraklısının bilmesi gerekir. Elbet de, Tanpınar’ın bile kabul ettiği gibi, divan yazınında günümüze seslenecek pek az şiir (beyit ve dize) vardır; günümüzde yazılan şiirler de öyle değil mi? Üstelik vereceğimiz yazınsal uğraş, bu güzel şiirleri keşfetmeye fazlasıyla değer, bana sorarsanız.

Kitapta, sözlü yazın döneminden Tanzimat döneminde dek şiir ve düzsöz türlerinde çok sayıda metin örneğini “Sözcükler (bilinmeyen sözcük ve kavramlar; İnceleme/Çözümleme (metnin içerik özelliklerinin dönemdeki yerine oturtularak açıklanması; Biçim İncelemesi (tür, ölçü, uyak); Söz Sanatları; Dil ve Anlatım Özellikleri; Dilbilgisi Özellikleri” bakımlarından inceledim. Divan şiirinin de düzsözünün de konu bakımından zengin olduğu söylenemez, ama bu, Divan şairinin, Osmanlıca da olsa incelmiş, yetili bir dil kurmasına engel olmamış. Belki de Divan şairinin dil ustalığının altında yatan neden de budur; yazın, konu değil dil ve biçem olunca, Divan şairi de “neyi anlatayım”ın değil “nasıl anlatayım”ın peşinden koşmuş böylece. Sanırım güzelduyu (yazma estetiği) böyle oluşuyor, hangi çağ olursa olsun. Divan yazınının dönem özellikleri konusunda ayrıntılı bilgiler de verdim; bu bilgileri, başta Cevdet Kudret olmak üzere çeşitli incelemecilerin yapıtlarından derledim. Metin incelemelerinde bir kaç yeni bilgi de ekledim sanırım derlediklerime.

Sonrasında başka kitaplar da geldi. Bunun için sitenin “kitaplar” bölümüne bakılmalıdır. Türkiye’de bu tür eleştiri kitaplarının yayımlanması, “bilgi” “güncel”in altında ezildikçe, yazılmasından çok daha fazla çaba gerektiriyor. Hele yazın çevrelerine sokulan bir yazar değilseniz. Ama ne gam; ben yazmayı sürdüreceğim.