OKTAY AKBAL

Oktay Akbal’ı yitirdik. 20 Nisan 1923’te doğdu; doğum tarihinin hakkını vererek, tam bir Cumhuriyet aydını, bir insancıl olarak yaşadı; 28 Temmuz 2015’te öldü. Kişi olarak tanımazdım. Kitaplarını bilirim yalnızca. Aşağıdaki yazıyı onun doğum gününü kutlamak için yazmıştım (Kitap’lık dergisi, Temmuz-Ağustos 2008, sayı 118, s. 4, 5); okumamış olan dostlar için, sayfamda yeniden yayınlıyorum:

Kemal Bek

OKTAY AKBAL DEYİNCE…

Bir iki gün önce, balkona bir “Mayıs Serçesi” geldi. Serptiğim bulgurları iştahla yerken, birden durdu, şöyle bir yüzüme baktı, «Biz serçeler, 20 Nisan’da, “Temmuz serçesi” yazarı Oktay Akbal’ın seksen beşinci doğum yıldönümünü kutladık; sen neden kutlamadın ki?” dedi. Utandım, aşağıdaki yazıyı yazdım:

… aklıma, aydınlık yüzlü bir adam gelir. Ancak fotoğraflarından tanıdığım bu aydınlık yüz, düşündeşi olmakla gurur duyacağım bir adamın yüzüdür; bir yazarın, bir öykücünün, bir romancının, bir denemecinin, bir köşe yazarının, inançlı bir düşün adamının yüzü. Gülen gözleri, yazdıklarının (yazacaklarının da) aynasıdır sanki, yazdıkları gibi pırıl pırıldır; altmış beş yıldır, yazdıklarıyla bizi aydınlatır durur. Hep sorarım: Oktay Akbal ne demiş? O dediyse, doğrudur, yazdıklarını ben yazmış gibiyimdir.

… aklıma, yirmi beş yıl boyunca öğrencilerime, “iyi roman” okumak istiyorlarsa, Suçumuz İnsan Olmak’ı salık verdiğim gelir. Okumuşlar, beğenmişler; kitap fuarlarından, kitapçılardan “Suçumuz İnsan Olmak” yazarının başka kitaplarını da almışlardır. Kimi zaman paydos zilinden sonra yanıma gelmişler, öykü yazdıklarını söylemişlerdir: onlara (Sait Faik’in yanı sıra) Oktay Akbal’ı okuyup okumadıklarını sormuş; okumadılarsa anlatının gizlerini bilmediklerini söyleyerek, onu okuduktan sonra gelmelerini söylemişimdir.

… aklıma, Suçumuz İnsan Olmak romanı gelir. Konusunu sorarsanız, “Nuri Kayalı ile Nedret birbirlerini severler” diye özetlerim. Romanı ilk okuduğumda on sekizimdeydim; onlar o yaşımda bana ağabeyin ve ablam gibi geliyorlardı. Şimdi ben altmışıma geldim; onlar yine aynı yaştalar; Nuri Kayalı, Nedret’i hâlâ seviyor; hâlâ Nedret’i arkadaşının garsoniyerine götürüyor; kapının zili hâlâ çalıyor ve Nedret, sevdiği adamı bırakıp kocasına dönüyor. İlk okuduğumda nasıl da kızmıştım Nedret’e; çünkü ben Nuri’ydim ve kuşağımın bütün delikanlıları gibi ben de “Mecnûnî âşıktım; Nedret konusunda düşlemlerim, umutlarım vardı. Nedret geri dönmedi; bense onu unutamadım. Nuri için, (kendim için,) nasıl da üzülmüştüm; nasıl kırılmıştı kim bilir? (Nasıl kırılmıştım!) Kırılan, gururu değil, kalbiydi; aşk gurur tanımaz çünkü. Ama durup oturduktan sonra, şimdi, “Belki de Nedret doğru olanı yaptı,” diyorum. “Belki de Nuri, Nedret’in kalkıp gidişini olgunlukla karşılamıştır,” diyorum. Düşünmüştür ki; “Bir kavak yeliydi, esti, geçti.” Evet, “suçumuz insan olmak”; bu suçun cezâsı olur mu? Bunu bize Oktay Akbal öğretti.

… aklıma, “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… Çünkü yeryüzünde harp vardı.” cümleleri gelir. Kitabın ilk basımı kimlerde vardır bilemem; ama bende var; benimle yaşıt. İkinci Savaş’ı, savaş günlerinin telâşını ve korkusunu, barışın uzak düşlemlerini, o günlerde sinemaların önlerinde âvâre âvâre dolaşırken “savaşın patladığı”nı, “bahçede, evde, sınıfta, sokaklarda, tramvayda, vapurda, her yerde harp olduğunu o öyküden öğrendim, tarih kitaplarından değil. O günleri yaşayan, Akbal değil, bendim. O öyküyü Akbal okumadı, yazdı; ben yazmadım; ben okudum ve yaşadım. Sanırım “ekmek” sözcüğünü başlı başına bir öykü olarak kullanmak için Oktay Akbal olmak gerekir. Öyle sıradan, öylesine söylenivermiş gibi görünen, ama öylesine olağanüstü bir cümle bu…

… aklıma, sinema gişesine çalışan Ester ile Roza’nın İsrail’e gitme düşlemleri gelir. Herkesin kendisine göre bir “israil”i vardır diye düşünürüm. Ben Ester’in nişanlısıyım / kocasıyım, İsrail’e giderim ve onu da yanıma çağırırım. Aslında gerçekten var mıyım; yoksa onun düşleminin yarattığı bir imge miyim? Ben Eseter’im, sevgilimin / eşimin çağrısına kulak verecek miyim, kim bilir? Yoksa günü birinde o çürük gemiyle yola çıkışım, beynimin kıvrımlarındaki elektrik akımının yarattığı bir düşlem mi? Ben Ester ile Roza’nın serüvenlerine tanık olan Oktay Akbal’ım. Artık ölene dek unutamam onları.

… aklıma, “Temmuz Serçesi” gelir; Oktay Akbal bir Temmuz Serçesi’dir. “Bir bakarsınız balkonun parmaklığındadır, bir bakarsınız masadaki bardağın yanında. Yaklaşır, hiç çekinmeden konuşmak ister. Dilinden anlamazsınız. Bakar, iyice bakar. Bir şaşkınlığı vardır; dostluk arar gibi. Pırr uçar birden yandaki dama, derken yine karşınızda. Daktilonun sesinden ürkmez, neredeyse gelip tuşlara basacak!” Tuşlara basar: Suçumuz İnsan Olmak, Garipler Sokağı, İnsan Bir Ormandır, Düş Ekmeği, Önce Ekmekler Bozuldu, Aşksız İnsanlar, Bizans Definesi, Bulutun Rengi, Berber Aynası, Tarzan Öldü, Lunapark, Ey Gece Kapını Üstüme Kapat, Temmuz Serçesi, Yazmak Yaşamak, İstinye Suları, İlkyaz Devrimi, Şairlere Ölüm Yok, Güzel Düşlerin Sonu, Anılarda Görmek…

Doğadan Oktay Akbal’a uzun ömürler, Akbal’dan bize daha nice yapıtlar…

4.5.2008